BÖLÜM III
ROHAN'IN TOPLANTISI
Artık bütün yollar hep birlikte, savaşın gelişini ve Gölge'nin üzerlerine çöküşünü karşılamak için Doğu'ya yöneliyordu. Pippin Şehir'in Büyük Cümlekapısı'nda durmuş, Dol Amroth Prensi'nin sancaklanyla geçişini seyrederken, Rohan Kralı da tepelerden aşağıya iniyordu.
Gün solmaya başlamıştı. Güneşin son ışınlarıyla Süvariler, önlerinden giden uzun gölgeler düşülüyorlardı toprağa. Karanlık daha şimdiden dik dağ yamaçlarını kaplayan mırıltılı çam ormanlarının altına sokulmuştu. Kral, günün sonunda yavaş yavaş sürüyordu atını. O sırada yol, muazzam büyüklükte çıplak bir kaya çıkıntısından dolanmış, yumuşak bir sesle ah eden ağaçların loşluğuna dalmıştı. Kıvrılarak giden uzun bir sıra halinde daha daha aşağıya indiler. Sonunda koyağın dibine vardıklarında, derin yerlere akşamın çökmüş olduğunu gördüler. Güneş gitmişti. Alacakaranlık, çağlayanların üzerine çökmüştü.
Bütün gün, altlarında, uzaklarda bir yerde sıçraya sıçraya akan dere, arkadaki yüksek geçitten aşağıya doğru akmış, kendi dar yolunu çamlarla kaplı duvarlar arasından açmıştı; şimdi de taşlı bir kapıdan dışarı uğruyor ve daha geniş olan vadiye geçiyordu. Süvariler dereyi izlediler; derken aniden, akşam vakti, suların yüksek sesleriyle dolu Tapanvadi önlerine seriliverdi. Burada ak Karçayı, daha küçük derelerle birleşip kayalar üzerinden tüterek, Edoras'a, yeşil tepelere ve ovalara doğru hızla akmaya başlıyordu. Uzakta sağ tarafta, koca vadinin başında kudretli Fırtınalıboynuz, koca kaidesi üzerinde, buluta sarmalanmış yükseliyordu; fakat bitmek tükenmek bilmeyen karlarla kaplı çentik çentik zirvesi, Doğu tarafı mavimsi bir gölgeyle kaplanmış. Batı kısmı güneşin kavuşmasıyla allara boyanmış, dünyanın çok üzerinde parlıyordu.
Merry, uzun yolculukları sırasında birçok hikâyesini duyduğu bu yabancı ülkeye hayret içinde baktı. Semasız bir dünyaydı burası; gözleri, gölgeli havanın içindeki loş boşluklardan sadece durmadan yük selen yamaçları, birbiri ardı sıra dizilmiş kayalardan koca duvarları ve sisin sarmaladığı asık yüzlü uçurumları seçebiliyordu. Bir an için hayallere dalarak suyun sesini, kara ağaçların fısıltısını, taşların çatırtısını ve bütün seslerin gerisinde sessiz bir sabırla bekleyen engin sessiz liği dinleyerek oturdu. Dağları çok severdi; daha doğrusu uzaklardan gelen hikâyelerin kenarında dolanıp duran hayallerini çok sevmişti; fakat şimdi Orta Dünya'nın dayanılmaz ağırlığı omuzlarına çökmüştü. Bu uçsuz bucaksızlığı dışarıda bırakıp sakin bir odada ateş başında oturuyor olmayı arzuladı.
Çok yorgundu, çünkü yavaş yavaş ilerlemiş olsalar da çok az dinlenerek yolculuk etmişlerdi. Neredeyse üç yorgun gün, birbirini izleyen saatler boyunca bir yukarı, bir aşağı, geçitlerden aşarak, uzun koyaklardan ilerleyerek, birçok dereyi geçerek yol almıştı. Bazen yolun daha geniş olduğu yerlerde, ikisini yan yana görünce gülümseyen Süvariler'i fark bile etmeden kralın yanında sürmüştü midillisini: kaba gri tüylü midillisiyle hobbit, yanında da koca beyaz atı üzerinde Rohan Hükümdarı. Kral'ın yanında midillisini sürerken Théoden ile konuşuyor, kendi yurdunu, Shire halkının yaptıklarını anlatıyor veya Yurt ve eskiden yaşamış kudretli Yurt insanları hakkında onun anlattığı öyküleri dinliyordu. Fakat Merry çoğu zaman, özellikle de bu son günde, tek başına, tam kralın arkasından sürüyordu midillisini; hiçbir şey söylemeden, arkasındaki adamların kullanmakta olduğu, Rohan'ın zengin, yavaş dilini anlamaya çalışarak. Öyle bir dildi ki bu, Shire'dakinden daha zengin ve daha güçlü söylense de sanki onun bildiği birçok sözcük vardı içinde, ama yine de kelimeleri bir araya getiremiyordu Merry. Zaman zaman süvarinin biri sesini yükselterek insanı harekete geçiren bir şarkı söylüyordu; o zaman Merry şarkının neyle ilgili olduğunu anlamasa bile kalbinin hopladığını hissediyordu.
Ne olursa olsun yalnızdı ve kendini şu anda, günün sonunda olduğu kadar yalnız hissetmemişti hiç. Bütün bu yabancı dünyada Pippin iri nerelerde olduğunu; Aragorn, Legolas ve Gimli'nin başına neler geldiğini merak etti. Sonra aniden, gönlünde duyduğu soğuk bir temas gibi Frodo ile Sam'i düşündü. "Onları unutuyorum!" dedi kendi kendine sitemle. "Üstelik onlar hepimizden daha önemli. Sözde ben onlara yardım için gelmiştim; ama artık yüzlerce mil uzakta olmalılar, eğer hâlâ hayattalarsa." Titredi.
"Tapanvadi'ye vardık sonunda," dedi Eomer. "Yolculuğumuz hemen hemen bitti." Durdular. Dar koyaktan çıkan yollar dimdik iniyordu aşağıya. Akşam karanlığı içinde, sanki yüksek bir pencereden bakarmış gibi bir parçacığı görülebiliyordu büyük vadinin. Nehir kenarında pırıldayan tek bir minik ışık vardı.
"Bu yolculuk bitmiş olabilir," dedi Théoden, "ama benim daha gitmem gereken çok yol var. Dün gece dolunay vardı, sabahleyin Edoras'a, Yurt'ta toplananlara katılmak için süreceğim atımı."
"Beni dinleyecek olursanız," dedi Eomer alçak sesle, "sonra yine yurda dönersiniz cenk bitende, ister kazanılsın, ister kaybedilsin."
Thdoden gülümsedi. "Yo oğlum, artık sana böyle diyeceğim, benim yaşlı kulaklarıma Solucandü'in yumuşak sözcüklerini söyleme!" Oturduğu yerde doğrularak, dönüp arkadaki alacakaranlığa doğru solup giden uzun bir sıra halinde dizilmiş adamlarına baktı. "Batıya at sürmeye başladığımdan beri, gün uzamında uzun yıllar geçmiş gibi geldi bana; ama bir daha asla bir bastona yaslanmayacağım. Eğer cenk yiterse, benim dağlarda saklanmam ne işe yarar? Ve eğer kazanılırsa, ben gücümün kalan son kısmını da harcayıp ölmüşüm, ölmemişim ne gam? Fakat şimdi bunları bir kenara bırakalım. Bu gece Dunharrovv Sığınağı'nda yatacağım. En azından bir akşamlık dinginliğimiz olacak. Haydi, ileri sürelim atlarımrzı!"
Derinleşmekte olan alacakaranlıkta vadiye indiler. Burada Karçayı vadinin batı duvarlarına yakın bir yerde akıyordu; kısa bir süre sonra yol onlan sığ suların gürültülü gürültülü taşlar üzerinden çağladığı bir geçide getirdi. Geçit korunuyordu. Kral yaklaştıkça, kayaların gölgelerinden bir sürü adam sıçrayıp çıktı; kralı görünce de mutlu seslerle haykırdılar: "Thdoden Kral! Théoden Kral! Yurt'un Kralı geri döndü!"
Sonra biri borusunu uzun uzun çaldı. Boru sesi vadide yankılandı. Diğer borular cevap verdi buna ve nehrin diğer yanında ışıklar parladı.
Sonra aniden, yukarılardan, içi boş oyuk bir yerden gelir gibi, hepsinin notasını tek bir ses halinde toplayan ve kayadan duvarlarda gümbürdeten büyük bir borazan korosu yükseldi.
Böylece Yurt Kralı, Batı'dan zaferle döndü Ak Dağlar'ın eteğindeki Dunharrovv'a. Burada halkının kalan gücünü toplanmış, hazır buldu; çünkü geldiği duyulur duyulmaz, Gandalf tan haberler getiren komutanlar onu geçitte karşılamak için sürmüşlerdi atlarını. Dunhere vardı başlarında, Tapanvadi halkının reisi.
"Üç gün önce tan ağaranda beyim," dedi, "Gölgeyele Batı'dan Edoras'a bir yel gibi geldi; Gandalf içimize su serpen yenginizin haberini getirdi. Fakat size de, Süvariler'i büyük bir hızla toplayasınız diye haber bıraktı. Sonra da kanatlı Gölge geldi."
"Kanatlı Gölge mi?" dedi Thdoden. "Biz de gördük onu fakat Gandalf bizi terk etmeden önceki o gecenin köründe görmüştük."
"Belki de beyim," dedi Dûnhere. "Yine de ya aynı, ya da ona çok benzeyen, dev bir kuş görüntüsünde uçan bir karanlık uçup geçti o sabah Edoras üzerinden; erlerin hepsi korkuyla titrediler. Çünkü Tekev üzerine alçaldı; alçaldıkça, neredeyse sivri tepeliğe değecek kadar alçalınca hepimiz yüreklerimizi durduran bir çığlık duyduk. O zaman işte Gandalf bize tarlalarda toplanmamamızı, burada, dağların altındaki vadide buluşmamızı önerdi. Çok çok gerekmedikçe ne ışık, ne de ateş yakmamamızı söyledi. Biz de öyle yaptık. Gandalf büyük bir yetkeyle konuşuyordu. Biz de bunun sizin de arzu ettiğiniz şey olduğunda karar kıldık. Bir daha Tapanvadi'de o kötü şeylerden hiç görünmedi."
"Çok iyi," dedi Th6öden. "Şimdi Sığınak'a süreceğim atımı ve orada dinlenmeden önce komutanlara ve tekinlere danışacağım. En kısa zamanda yanıma gelsinler!"
Yol artık, o noktada yarım milden biraz geniş olan vadiyi boydafı boya, doğrudan doğuya doğru geçiyordu. Artık gecenin çökmesiyle grileşen, kaba otlarla kaplı düz ve basık araziler ile çayırlar etraflarında uzanıyordu fakat önlerinde, vadinin diğer tarafında Merry kaşlarını çatmış bir duvar, Fırtınalıboynuz'un geçmiş çağlarda nehir tarafından yarılmış koca köklerinin son sınırını gördü.
Arazideki düzlüklerin tümünde çok sayıda adam toplanmıştı. Kimisi yol kenarına yığılmış, kral ile Batı'dan gelen atlıları memnuniyetle bağırarak selamlıyordu; arkada ise geriye doğru giden muntazam çadır ve barınak dizileri, sıra sıra kazığa bağlanmış atlar, koca silah yığınları, yeni dikilmiş ağaçlar gibi diken diken duran sıralanmış mızraklar vardı. Artık bütün bu büyük topluluk gölgeler içinde kalmaya başlamıştı, oysa yükseklerden soğuk bir gece yeli estiği halde hiçbir lamba parlamıyor, hiç ateş yakılmıyordu. Sıkı sıkı giyinmiş nöbetçiler bir ileri, bir geri yürüyüp duruyorlardı.
Merry orada kaç Süvari olduğunu merak etti. Koyulmakta olan karanlıkta kaç kişi olduğunu tahmin edemiyordu fakat ona, binlerce kişi gücünde büyük bir ordu gibi görünmüştü. O bir yandan bir yana bakarken, kralın adamları vadinin doğu tarafında yükselen uçurumun altına vardılar; burada aniden bir patika yukan doğru tırmanmaya başladı; Merry hayretle yukan baktı. Şimdiye kadar benzerini görmediği, şarkıların bile erişemediği yılların gerisindeki adamların elinden çıkmış muazzam bir eserde, bir yolda buldu kendini. Yukan doğru tırmanıyor, bir yılan gibi kıvrılıyor, taşın dimdik yamacında kendine yol buluyordu. Tırmandıkça bir merdiven kadar dik, bir ileri bir geri ilmekler oluşturarak gidiyordu. Üzerinde atlar gidebiliyor, yük arabaları yavaş yavaş çekilebiliyordu; fakat yukardan savunulacak olsa, o taraftan, hava yolu hariç hiçbir düşman gelemezdi. Yolun her dönemecinde, bir insana benzetilerek yontulmuş, kocaman, koca elli ve ayaklı, bağdaş kurup oturmuş kütük gibi kollan şişman göbeğinin üzerinde kavuşmuş, diklemesine büyük bir kaya bulunuyordu. Bazılan yılların yıpratmasıyla, sadece göz çukurlarında hâlâ gelip geçenlere hüzünle bakan kara birer delik hariç, bütün yüz hatlarını kaybetmişti. Süvariler onlara pek bakmıyordu bile. Koncolos diyorlardı bunlara ve pek umursamıyorlardı: Artık hiçbir güç, hiçbir dehşet yansıtmıyorlardı; fakat Merry onlara, alacakaranlıkta kederli kederli yükselirlerken hayranlıkla ve neredeyse acımaya benzer bir duyguyla bakıyordu.
Bir süre sonra arkasına bakınca daha şimdiden vadiden birkaç yüz ayak yükselmiş olduklarını fark etti; fakat hâlâ aşağılarda, derenin geçidinden geçen ve kendileri için hazırlanmış olan kampa doğru giden yolu doldurmaya başlayan Süvariler'in dolana dolana giden sırasını belli belirsiz seçebiliyordu. Sadece kral ile muhafızı Sığınak'a çıkıyorlardı.
Sonunda kralla yanındakiler keskin bir uçurum kenanna vardılar; tırmanan yol kayadan duvarlar arasındaki bir kesikten geçerek kısa bir yokuştan tırmanıp geniş bir yaylaya çıkıyordu. Firienfeld diyordu adamlar buraya; Karçayı'nın derin derin kazdığı yatağının çok üzerinde, arkadaki ulu dağlann kucağına yerleşmiş çimenlik ve çalılık içinde yeşil bir dağ kırlığıydı: Güneyde Fırtınalıboynuz; kuzeyde tüm hacmiyle testere dişli trensaga, aralannda, Süvariler'in tam karşısında da kasvetli çam ağaçlı yamaçlardan dimdik yükselen Hayaletli Dağ'ın yani Dwimorberg'in kara duvarı. Alacakaranlığa doğru yitip giden ve ağaçlar arasında gözden kaybolan iki sıra biçimsiz dikili taş yaylayıikiye ayırıyordu. Bu yolu izlemeye cüret edenler kısa süre sonra Dwimorberg'in altındaki kara Dimholt'a, kayadan sütunun tehdidine, yasak kapının esneyen gölgesine varırdı.
Böyle bir yerdi Dunharrovv, çoktan unutulup gitmiş insanların eseri, isimleri unutulmuştu, hiçbir şarkı, hiçbir efsane onları hatırlamıyordu. Ne amaçla yapmışlardı bu yeri, şehir diye mi, gizli bir mabed veya kralların mezarları olarak mı, Rohan'da kimse bilmiyordu. Burada o Karanlık Yıllarda, henüz batı kıyılarına bir gemi ulaşmamışken veya Dûnedain'in Gondor'u kurulmadan çalışmışlardı; şimdi ise yok olmuşlardı, sadece hâlâ yolların dönemeçlerinde oturan eski Koncoloslar kalmıştı.
Merry uzayıp giden taş sıralarına baktı: Yıpranmış kara taşlardı bunlar; kimi yan yatmış, kimi devrilmiş, kimi çatlamış veya kırılmıştı; sıra sıra dişlere benziyorlardı, eski ve aç. Bunların ne olabileceğini merak etti ve kralın bunları genlerindeki karanlığa doğru izlemeyeceğini ümit etti. Sonra taşlı yolun her iki yanında çadır ve baraka kümeleri olduğunu gördü; fakat çadırlar ağaçlara yakın yerlere kurulmamıştı da, daha çok ağaçlardan uçuruma doğru kaçarak bir araya gelmişler gibi duruyorlardı. Büyük bir kısmı sağ tarafta, Firienfeld'in daha geniş olduğu yerdeydi; sol tarafta ise ortasında yüksek ve büyük bir çadırın durduğu daha küçük bir kamp vardı. Bu taraftan onları karşılamak için bir atlı çıkageldi; onlar da yoldan ayrıldılar.
Yaklaştıkça Merry atlının uzun örgüleri alacakaranlıkta parlayan bir kadın olduğunu fark etti, yine de miğfer takmış, beline kadar bir savaşçı gibi giyinmiş ve kılıç kuşanmıştı.
"Selam olsun Yurt Hükümdarı!" diye bağırdı. "Gönlüm gelişinizle sevinç doldu."
"Ya sen Eowyn," dedi Théoden, "sence her şey yolunda mı?"
"Her şey yolunda," diye cevap verdi kız; yine de Merry'ye sesi onu yalanlıyor gibi geldi; ona kalsa kızın ağlamakta olduğunu düşünecekti, eğer bu kadar sert bir yüzün ağlayabileceğine inanabilseydi. "Her şey yolunda. Yorucu bir yol oldu birdenbire ocaklarından koparılıp gelen kişiler için. Bazı sert sözler oldu çünkü cenkler bizi yeşil tarlalardan uzaklaştırmayalı çok oluyordu; fakat hiç kötü bir şey olmadı. Her şey yolunda artık, gördüğünüz gibi. Ayrıca yatacağınız yer de hazır edildi; çünkü sizinle ilgili ayrıntılı haberler almıştım ve geleceğiniz saati biliyordum."
"O halde Aragorn geldi," dedi Eomer. "Hâlâ burada mı?"
"Hayır gitti," dedi Eowyn; başını çevirip Doğu ve Güney yönünde kapkara duran dağlara baktı.
"Ne yandan gitti?" diye sordu Eomer.
"Bilmiyorum," diye cevap verdi kız. "Gece geldi ve dün sabah sürüp gitti atını, daha Gün dağların tepesinden aşmadan. Gitti."
"Üzgünsün kızım," dedi Théoden. "Ne oldu? Söyle bana, o yolla ilgili bir şey dedi mi?" Dvvimorberg tarafına doğru giden karanlık taş dizisini işaret etti. "Ölülerin Yolu'ndan mı gitti?"
"Evet beyim," dedi Eowyn. "Ve şimdiye kadar kimsenin dönmediği gölgelere geçti gitti. Onu caydıramadım. Gitti."
"O halde yollarımız ayrıldı," dedi Eomer. "O kayboldu. Onsuz sürmemiz gerek atlarımızı; umudumuz azalıyor."
Yavaş yavaş bodur fundalıklardan ve yayla çimenlerinden geçip, kralın büyük çadırına varıncaya kadar bir daha konuşmadan ilerlediler. Burada Merry her şeyin hazırlanmış, kendisinin dahi unutulmamış olduğunu gördü. Onun için, kralın kaldığı yerin yanına minik bir çadır kurulmuştu; adamlar bir aşağı bir yukarı gidip gelir, kralın yanına girip onunla akıl danışırken, Merry tek başına oturuyordu. Gece iyice çöktü; batıda hayal meyal görünen dağların başlan yıldızlarla taçlandı ama Doğu karanlık ve boştu. Birbiri ardı sıra dizilip giden taşlar yavaş yavaş görünmez oldu fakat yine de onların gerisinde, karanlıktan da siyah çökmüş bekliyordu Dvvimorberg'in sinmiş engin gölgesi.
"Ölülerin Yolu," diye mırıldandı kendi kendine, "Ölülerin Yolu ha? Bütün bunların anlamı ne ? Hepsi beni bırakıp gitti artık. Hepsi bir yazgıya doğru gitti: Gandalf ile Pippin Doğu'daki savaşa; Sam ile Frodo Mordor'a; Yolgezer, Legolas ve Gimli Ölülerin Yolu'na. Ama benim sıram da yakında gelecek herhalde. Acaba ne hakkında konuşuyorlar ve kral ne yapmayı düşünüyor? Çünkü o nereye giderse benim de oraya gitmem gerekecek artık."
Bu kasvetli düşüncelerin ortasında aniden çok acıkmış olduğunu hatırladı ve kalkarak bu garip kampta onunla aynı şeyleri hisseden biri var mı yok mu diye bakmaya gitti. Fakat tam o anda bir borazan sesi duyuldu ve onu, yani kralın hizmetkârını, kralın sofrasında krala hizmet etsin diye çağırmaya geldi bir adam Büyük çadırın iç bölümünde işlemeli örtülerle ayrılmış, her yanına postlar serilmiş küçük bir bölüm vardı; burada küçük bir masada Eomer, Eowyn ve Tapanvadi beyi Dünhere ile Théoden oturmuştu. Merry kralın sandalyesinin yanında durarak gerektiğinde hizmet etmek için bekledi, bir süre sonra yaşlı adam derin düşüncelerden çıkıp ona dönerek gülümseyinceye kadar.
"Gel Efendi Meriadoc!" dedi. "Sen ayakta durmayacaksın. Sen benim yanıma otur kendi topraklarımda bulunduğum sürece ve hoş öykülerinle gönlümü eyle."
Hobbit için kralın solunda yer açıldı fakat kimse öykü istemedi. Gerçekten de çok az konuşuluyordu; çoğunlukla sessizlik içinde yiyip içiyorlardı, sonunda Merry bütün cesaretini toplayıp aklını kurcalamakta olan soruyu soruncaya kadar.
"Şimdiye kadar beyim, ikidir Ölülerin Yolu'ndan söz edildiğini duydum," dedi. "Nedir bu? Ve Yolgezer, yani Aragorn Bey demek istiyorum, nereye gitti?"'
Kral içini çekti ama kimse cevap vermedi, sonunda Eomer konuşuncaya kadar. "Bilmiyoruz ve gönlümüzde bir ağırlık var," dedi. "Ölülerin Yolu'na gelince, sen de bu yolun ilk basamaklarına bastın. Yo, kem söz söylemiyorum! Geride, Dimholt'a tırmandığımız yol Kapı'ya giden yoldu. Fakat ötesinde neler vardır, bilen yok."
"Bilen yok," dedi The'oden: "Yine de, artık ağza alınmayan eski söylencelerin öyle veya böyle söyleyeceği bir şeyler var. Eğer Eorl Hanedam'nda babadan oğula aktarılan bu eski öyküler doğruyu söyler ise Dwimorberg altındaki Kapı, dağın altından giderek artık unutulup gitmiş bir yere çıkar. Fakat, Kapı'dan geçip bir daha insanlar arasında görünmeyen Brego oğlu Baldor'dan beri yolun gizlerini araştıracak yürekli kimse çıkmadı. Fazla gözüpek bir and içmişti, Brego'nun yeni yapılmış olan Tekev'in kutsanması için yaptığı şölende, elindeki boynuzdaki içkiyi bir dikişte içip bitirirken; varisi olduğu tahta hiç çıkamadı.
"Ahali, Karanlık Yıllar'dan çıkagelen Ölü Adamlar'ın yolu koruduklarını ve gizli saraylarına canlı kimsenin gelmesine izin vermediklerini söyler; fakat zaman zaman onların, gölgeler gibi kapıdan süzülüp taşlı yoldan indikleri görülür. O zaman Tapanvadi halkı kapılarını sıkı sıkj kapatıp pencerelerini örterler, çok korkarlar. Fakat Ölüler çok seyrek ve ancak büyük bir rahatsızlık ve yaklaşan bir ölüm olduğu zamanlarda çıkarlar ortaya."
"Yine de Tapanvadi'de denir ki," dedi Eowyn alçak sesle, "kısa bir süre önce, ayın olmadığı gecelerde garip bir tantanayla büyük bir ordu gelip geçmiş. Nereden geldiklerini bilen yok; ama taşlı yoldan çıkmışlar ve tepeye doğru gözden yitmişler sanki bir buluşmaya giderlermişgibi."
"O zaman Aragorn neden o taraftan gitti?" diye sordu Meny. "Bunun nedenini açıklayabilecek hiçbir şey bilmiyor musunuz?"
"Arkadaşı olarak sana bizim bilmediğimiz bir şeyler söylediyse o başka," dedi Eomer. "Artık canlıların ülkesinde bulunan kimse onun amacının ne olduğunu bilemez."
"Onu ilk kez kralın evinde gördüğümden beri çok değişmiş buldum ben," dedi £owyn: "Daha sert, daha yaşlı. Büyülenmiş gibiydi, Ölüm'ün çağırdığı biri gibi."
"Belki de çağırılmıştır," dedi The"oden; "gönlüm bana onu bir daha göremeyeceğimi söylüyor. Yine de o yüce bir yazgıya sahip soylu bi*ri. Şu konuda için rahat olsun kızım, çünkü gördüğüm kadarıyla bu konuk konusunda avutulman gerekiyor. Denir ki, muhtaçken sığınmak için sağlam yerler arayan Eorloğullan Kuzey'den gelip, sonunda Karçayı'nı geçtiklerinde Brego ile oğlu Baldor Sığınak'ın Merdiveni'ni tırmanmış ve Kapı'nın önüne varmış. Eşikte, yaşı anlaşılmayacak kadar yaşlı bir adam oturuyormuş; uzun boylu, soylu görünüşlüymüş ama artık eski bir taş gibi kurumuşmuş. Hatta onu taş zannetmişler çünkü hiç kıpırdamıyormuş ve hiç konuşmamış, ta ki onlar yanınj dan geçip içeri girmeye çalışıncaya kadar. O zaman adamdan bit ses gelmiş, sanki yerden gelirmiş gibi; hayretle adamın bati dilinde kxv nuştuğunu fark etmişler; Yol kapalı.
"Bunun üzerine durarak adama bakmışlar ve hâlâ canlı olduğunu görmüşler; fakat o, onlara bakmıyormuş. Yol kapalı, demiş ses yine. Yol şimdi Ölü olanlar tarafından yapılmıştı ve vakti gelinceye kadar Ölüler koruyacak yolu. Yol kapalı.
"Peki vakit ne zaman gelecekl demiş Baldor. Fakat hiç cevap alamamış bir daha. Çünkü yaşlı adam tam o saat ölmüş ve yüzükoyun kapaklanmış. Dağların kadim sakinleri hakkında bir daha hiçbir bilgi alamadı halkımız. Yine de belki de beklenen vakit gelmiştir ve Aragorn geçebilir."
"İyi de, kendisi Kapı'dan geçmeye cüret etmezse vaktin gelip gelmediğini insan nereden bilecek?" dedi Eomer. "Mordor'un bütün ördulan önümde dursa, ben tek başıma kalmış olsam ve sığınacak başka hiçbir yerim kalmasa yine de o yoldan gitmezdim. Öylesine aslanyürekli bir adama, böyle bir zamanda böyle bir deliliğin gelmesi ne acı! Yukarda yeterince kötülük yok mu, toprağın altına bakmaya ne hacet? Savaş kapıda."
Duraksadı, çünkü o sırada dışarıdan bir gürültü gelmişti, bir erkek sesi Théoden'in ismini sesleniyor ve muhafıza meydan okuyordu.
Muhafızların komutanı perdeyi yana çekti hemen. "Burada bir adam var bey im," dedi, "Gondor'dan bir ulak. Biran önce huzurunuza gelmeyi diliyor."
"Bırakın gelsin!" dedi The'oden.
Uzun boylu bir adam girdi içeri, Merry boğulur gibi bir çığlık attı; bir an için ona Boromir hayattaymış ve geri dönmüş gibi geldi. Sonra öyle olmadığını gördü; adam yabancı biriydi, fakat bir akrabasıymış gibi Boromir'e benziyordu, uzun boylu, gri gözlü ve mağrurdu. İnce zırhının üzerindeki koyu yeşil peleriniyle süvari kılığındaydı; miğferinin önüne küçük bir gümüş yıldız işlenmişti. Elinde tek bir ok tutuyordu, siyah tüylü ve çelikle kancalanmıştı, fakat ucu kırmızıya boyanmıştı.
Bir dizi üzerine çökerek oku The'oden'e sundu. "Selam olsun Rohirrim Hükümdarı, Gondor'un dostu!" dedi. "Hirgon'um ben, Denethor'un ulağı, size savaşın bu alametini getirdim. Gondor büyük bir sıkıntı içinde. Rohirrim sık sık bizi desteklemiştir fakat şimdi Hükümdar Denethor bütün gücünüzü, tüm hızınızla rica ediyor, sonunda Gondor tamamen düşmeden önce."
"Kızıl Ok!" dedi Théoden oku tutarak aynı uzun zamandır beklediği ama geldiğinde insana korku salan bir davetiye almış gibi. Eli titredi. "Hayatım boyunca Kızıl Ok Yurt'ta hiç görülmemişti! işler gerçekten o boyuta vardı mı? Peki Hükümdar Denethor benim bütün gücümün ve hızımın ne olduğunu hesaplıyor?"
"Bunu en iyi siz kendiniz bilirsiniz hükümdarım," dedi Hirgon. "Fakat çok geçmeden Minas Tirith kuşatılabilir ve eğer birçok gücün oluşturduğu bir kuşatmayı yaracak kadar gücünüz yoksa Hükümdar Denethor, Rohirrim'in güçlü ordusunun surların dışında olmasındansa içinde olmasını tercih ettiğini söylememi buyurdu."
"Fakat Hükümdar bizlerin at sırtında açıklıklarda cenk eden bir budun olduğumuzu, dağınık yaşadığımızı ve süvarilerimizi bir araya getirmek için zamana ihtiyaç olduğunu bilir. Bu doğru değil mi Hirgon, Minas Tirith Hükümdan'nın mesajında yolladığından daha çok şey bildiği doğru değil mi? Çünkü bizler zaten savaştayız, sen de büyük bir olasılıkla görmüşsündür bunu; o kadar da hazırlıksız bulmamışsındır bizi. Gri Gandalf aramızdaydı; şu anda da Doğu'daki bir savaş için hazırlık yapıyoruz."
"Hükümdar Denethor bütün bu konularda neler biliyor veya tahmin ediyor bilemem," diye cevap verdi Hirgon. "Fakat gerçekten durumumuz çok umutsuz. Hükümdarım size emir vermiyor, sadece eski dostluğunuzu ve çok önceleri verilmiş yeminleri hatırlamanız ve kendi iyiliğiniz için elinizden geleni yapmanız için yalvarıyor. Bize, Doğu'dan birçok kralın Mordor'un emrine girdiği haber verildi. Kuzey'den Dagorlad ovasına kadar her yerde hafif çatışmalar ve savaş söylentileri var. Güneyde Haradrim harekete geçmiş, bütün kıyı topraklarımızın üzerine bir korkudur çökmüş durumda, yani o taraftan yardım gelme ihtimali çok az. Acele edin! Çünkü zamanımızın hükmü Minas Tirith surları önünde verilecek ve eğer selin önüne orada set çekilmezse, Rohan'ın bütün zarif kırları üzerine akıp geçecek; hatta burada, tepeler arasındaki bu Sığınak'ta bile barınmak mümkün olmayacak."
"Kara haberler," dedi Théoden, "yine de beklemiyor değildik. Fakat Denethor'a söyle, eğer Rohan kendini tehlikede hissetmeseydi bile yine de yardıma gelirdi. Ama hain Saruman ile yaptığımız cenkler sırasında çok kaybımız oldu ve hâlâ hem kuzeye hem de doğuya bakan hudut bölgelerimizi düşünmek zorundayız, onun haberleriyle daha da açıkça görüldüğü gibi. Karanlıklar Efendisi'nin şu anda kullanmakta olduğu anlaşılan bu kadar büyük bir güç bizimle Şehir önünde bir cenk yaparken aynı anda, Nehir'in çok gerisinde Kralların Cümlekapısı'nda büyük bir güçle saldırıya geçebilir.
"Fakat daha fazla ihtiyattan söz etmeyeceğiz. Geliyoruz. Yann silahbaşı yapılacaktı. Her şey yoluna girince harekete geçeceğiz. Düşmanlarınızı yıldırmak için on bin mızraklı yollayabilirdim alanlara. Şimdi daha az olacak korkarım; çünkü kalelerimi bütün bütün korunmasız bırakamam. Yine de en azından altı bin kişi at sürecek ardımdan. Denethor'a söyle, bu saatte Yurt Kralı kendi inecek Gondor ülkesine, geri dönme ihtimali olmasa da. Fakat yol uzun ve bu yolu aşan insanın ve hayvanın savaşmak için gücü kalmalı. Yarın sabahtan sayarsak, Kuzey'den gelen Eorloğullan'nın naralarını bir hafta sonra duyabilirsiniz."
"Bir hafta!" dedi Hirgon. "Eğer öyle olması gerekiyorsa, öyle olsun. Fakat bundan yedi gün sonra sadece yıkılmış surlar göreceksiniz büyük bir ihtimalle, eğer beklenmedik başka bir yardım gelmezse. Yine de en azından Ak Kule'de kendilerine ziyafet çeken orklar ile Esmer insanları taciz edersiniz."
"En azından bunu yaparız," dedi Théoden. "Fakat ben, kendim bile cenkten ve ırak bir yoldan yeni geldim ve şimdi dinlenmeye gidiyorum. Bu gece burada eyleş. Sonra Rohan'ın topladığı adamlara bakarsın; gördüklerinden daha bir memnun olarak ve dinlenmiş olduğun için de daha hızlı gidersin. Sabah verilen öğütler en iyisidir, gece birçok düşünceleri değiştirir."
Bu sözle kral ayağa kalktı; hepsi doğruldu. "Dinlenmeye gidiniz şimdi hepiniz," dedi, "İyi uyuyasınız. Ve sen Efendi Meriadoc, bu akşam başka bir şeye ihtiyacım yok. Fakat güneş doğar doğmaz her an için hazır ol."
"Hazır olacağım," dedi Merry, "benden sizinle birlikte Ölülerin Yolu'ndan yürümemi isteseniz bile."
"Kötü şeyler söyleme!" dedi kral. "Çünkü o ismi taşıyan birden fazla yol olabilir. Fakat ben sana benimle birlikte yola koyulman için emir vereceğimi söylemedim, iyi geceler!"
"Beni geride bırakıp dönüşte yanlarına çağırmalarına izin veremem!" dedi Merry. "Burada kalmayacağım, kalmayacağım." Ve bunu tekrarlaya tekrarlaya çadırında uykuya dalıp gitti.
Onu sarsarak kaldıran bir adam tarafından uyandırıldı. "Uyan, uyan Efendi Holbitla!" diye bağırdı adam; bir süre sonra Merry derin rüyalarından sıyrılıp, sıçrayarak oturdu. Etraf hâlâ çok karanlık görünüyor, diye düşündü.
"Ne var?" diye sordu.
"Kral seni çağırıyor."
"Ama Güneş doğmadı daha," dedi Merry.
"Doğmadı ve bugün doğmayacak da Efendi HolbitJa. Bir daha da hiç doğmayacak diye düşünüyor insan, bubulut altında. Fakat zaman durduğu yerde durmuyor, Güneş kaybolmuş olsa bile. Acele et!"
Üzerine bir şeyler geçiri veren Merry dışarı baktı. Dünya karanlıkçaydı. Havanın kendisi bile kahverengi gibiydi; etraftaki her şey siyah, gri ve gölgesizdi; büyük bir hareketsizlik vardı. Hiçbir bulut şekli seçilemiyordu; bir tek uzakta batıda, büyük alacakaranlığın etrafı yoklayan parmaklarının hâlâ uzanmakta olduğu yerlerde, parmaklar arasından biraz ışık sızıyordu. Tepelerinde ağır bir çatı asılıydı, koyu ve biçimsiz; ışık ise artacağına azalıyordu sanki.
Merry bir sürü insanın durmuş yukan bakarak bir şeyler mırıldandığını gördü; herkesin yüzü kül rengi ve üzgündü; kimisi korku doluydu, içi sıkılarak krala doğru yola koyuldu. Gondor'lu atlı Hirgon ondan önce gelmişti; yanında ona benzeyen, onun gibi giyinmiş ama daha kısa ve daha tıknaz biri daha duruyordu. Merry içeri girdiğinde bu adam kralla konuşuyordu.
"Mordor'dan geliyor beyim," dedi adam. "Dün gece gün kavuştuğunda başladı. Ülkenizin Doğuağıl'daki tepelerinden yükselişini ve gökyüzünden ilerleyişini gördüm; bütün gece ben at sürerken o arkamdan yıldızlan yuta yuta geldi. Artık o koca bulut burası ile Gölge Dağlan arasında asılı duruyor ve gittikçe koyulaşıyor. Savaş başladı bile."
Kral bir süre sessiz sessiz oturdu. Sonunda konuştu. "Demek ki sonunda sıra buna geldi," dedi: "birçok şeyin geçip gideceği, zamanımızın büyük savaşı. Fakat en azından artık saklanmak zorunda kalmayacağız. Hemen süreceğiz atları açık yoldan, bütün hızımızla. Toplanan ordu hemen yola çıkmalı, gecikenleri beklememeli. Minas Tirith'te yeterli erzak var mı? Çünkü eğer artık bütün hızımızla süreceksek atlanmızı, hafif olmamız gerek, ancak bizi savaşa götürecek kadar yiyecek ve içecek taşımalıyız."
"Çok önceden hazırlanmış, büyük bir stokumuz var," diye cevap verdi Hirgon. "Şimdi elinizden geldiğince hafif ve hızlı sürün atlarınızı!"
"O halde tellalları çağır Eomer," dedi Théoden. "Süvariler sıraya girsinler!"
Eomer dışarı çıktı; hemen öten borazanlar Sığınak'tan ve aşağıdan birçok başka borazan tarafından cevaplandı; ama sesleri bir gece önceki kadar net ve cesur çıkmamış gibi geldi Merry'ye. Kulakları uğursuzca tırmalayan borazanlar o ağır havada durgun ve acı geliyordu kulaklara.
Kral Merry'ye döndü. "Ben savaşa gidiyorum Efendi Meriadoc," dedi. "Kısa bir süre sonra yola koyulacağım. Seni hizmetimden azat ediyorum, dostluğumdan değil. Sen burada kalacaksın, eğer istersen benim yerime halkı yönetecek olan Hanım Eowyn'e hizmet edebilirsin."
"Ama, ama beyim," diye kekeledi Merry. "Sana kılıcımı sundum. Seninle böyle ayrılmak istemiyorum Théoden Kral. Sonra bütün arkadaşlarım savaşa gittiğine göre, geride kalmak beni utandırır."
"Fakat biz uzun boylu ve hızlı atlara biniyoruz," dedi Théoden; "gönlün ne kadar yüce olursa olsun, o tür hayvanlara binmen olanaksız."
"O zaman beni birinin sırtına bağlayın, ya da ne bileyim, bir üzengiye tutunup sallanayım, ya da bir şeyler yapın," dedi Merry. "Koşulatnayacâk kadar uzun bir yoldan söz ediyoruz; ama eğer atla gidemezsem koşarım, ayaklarımı patlatsam veya haftalar sonra oraya varsam bile."
Théoden gülümsedi. "Öyle olacağına seni Karyele'de yanımda taşırdım," dedi. "Ama en azından benimle Edoras'a kadar gelip Tekev'e bakabilirsin; çünkü o taraftan gideceğim. Şimdilik Stybba taşıyabilir seni: Biz ovalara varmadan büyük yarış başlamayacak."
Bunun üzerine Eowyn ayağa kalktı. "Haydi Meriadoc!" dedi kız. "Senin için hazırladığım eşyayı göstereyim." Birlikte dışarı çıktılar. "Bunu istedi bir tek Aragorn benden," dedi Eowyn çadırlar arasından geçerken, "senin cenk için silahlarla donatılmanı. Bunu, elimden geldiğince yapacağıma söz verdim. Çünkü bana öyle geliyor ki, her şey bitmeden buna gerek duyacaksın."
Merry'yi kralın muhafızlarının kaldıkları yerler arasındaki bir barınağa götürdü; burada silahtar ona küçük bir miğfer, yuvarlak bir kalkan ve başka eşyalar getirdi.
"Sana uygun demir giyimimiz yok," dedi Eowyn, "demir yelek yapmak için vakit de yok; ama burada kalın deriden dar bir yelek, bir kemer ve bir bıçak var. Zaten senin de kılıcın var."
Merry eğilerek selam verdi; kız ona kalkanı gösterdi, bu Gimli'ye verilmiş olan kalkana benziyordu; üzerinde ak bir at nişanı taşıyordu. "Bütün bunları al," dedi kız, "bunları iyi yazgıya taşıyasın! Hoşça kal şimdilik Efendi Meriadoc! Yine de tekrar karşılaşırız, seninle belki."
Böylece, toplanmakta olan alacakaranlıkta Yurt Kralı bütün süvarilerini doğu yönündeki yola çıkarmak için hazır etti. Herkesin yüreği kabarıktı," kimisi gölgelere sinmişti. Fakat sert insanlardı, beylerine sadıktılar; Edoras'tan gelmek zorunda kalan kadınların, çocukların ve yaşlıların Sığınak'taki kamplarında çok az ağlama sesi ve sızlanma duyuluyordu. Üzerlerine bir yazgı çökmüştü ama bunu sessizce karşılıyorlardı.
İki hızlı saat geçti; kral artık yan aydınlıkta beyaz atı üzerinde oturmuş, pırıldıyordu. Miğferinden dışarı uğrayan saçları kar gibi olsa da mağrur ve uzun boylu görünüyordu; çoğunluk onu hayranlıkla seyrediyor, onun iki büklüm olmadığını, korkmadığını görerek yürekleniyordu.
Orada, gürültülü nehrin yanındaki geniş düzlüklerde, tepeden tırnağa silahlanmış birçok bölük halinde en az beş bin beş yüz Süvari ve pek yüklenmemiş yedek atlarla yüzlerce adam sıralanmışlardı. Tek bir borazan sesi duyuyuldu. Kral elini kaldırdı, sonra Yurt ordusu yavaş yavaş hareket etmeye başladı. En önde kral sülalesinden, on iki şanlı Süvari gidiyordu. Onların ardında, sağ yanında Eomer ile kral geliyordu. Yukarıda, Sığınak'ta Ğowyn'le vedalaşmıştı, hatırası bile üzücüydü; fakat artık bütün dikkatini önünde uzanan yola toplamıştı. Arkada Stybba'ya binen Merry Gondor'lu ulaklarla gidiyordu, onlann arkasında yine kralın sülalesinden on iki atlı geliyordu. Sert ve hiçbir şeyden etkilenmez yüzleriyle bekleyen adamların oluşturduğu uzun sıralar arasından geçtiler. Fakat hemen hemen sıranın sonuna gelmişlerdi ki adamlardan biri başını kaldırarak hobbite dik dik baktı. Merry, diğerlerinden daha ufak tefek olan adamın bakışlarına karşılık verirken, genç bir adam, diye düşündü. Berrak gri gözlerdeki pırıltıyı yakaladı; sonra içi titredi çünkü bu, başka hiçbir umudu olmadan ölümü aramaya giden birinin yüzüydü.
Kayaların üzerinde aceleyle akan Karçayı'nın yanındaki boz yoldan aşağı; kederli yüzlü kadınların kara kapılardan baktığı Tapanaltı ve Yukançay köylerinden geçip gittiler; böylece hiç çalgısız, müziksiz sesleriyle insanların Rohan şarkılarının, artlarından nesiller boyu anlattığı, Doğu'ya yaptıktan büyük yolculuk başladı.
Loş sabah vakti karanlık Dunharrow'dan
soyluları ve komutanlarıyla sürdü atım Thengel'in oğlu:
Edoras'a, Yurt muhafızlarının
sislere gömülmüş kadim saraylarına vardı:
kasvetle örtülmüştü altın kirişler.
Veda etti özgür halkına,
ocak başına, tahtına ve bir zamanlar,
ışık solmadan önce, şenlikler yaptığı kutsal yerlere,
Sürdü atını, ardında korku,
önünde yazgısı. Tuttu sözünü;
Bir bir yerine getirdi her ne and içtiyse.
Sürdü atını Théoden. Beş gün beş gece
doğuya ilerledi Eorloğulları
Toprak'tan, Çayır'dan ve Çamlık'tan geçip
altı bin mızrakla Anörien'e,
Mindolluin altında haşmetli Mundburg 'a,
Deniz Kralı'nın Güney krallığındaki
kuşatılmış, ateşlerle çevrelenmiş şehrine.
Yazgı yönlendirdi onları, karanlık bağrına bastı
atı ve atlıyı; uzaktan gelen nal sesleri
sessizliğe gömüldü: Böyle söyler şarkılar.
Gerçekten de kral, öğle vakti olmasına rağmen, yoğunlaşmakta olan bir alacakaranlıkta vardı Edoras'a. Burada sadece kısa bir süre durdu, ordusunu, silah başına biraz geç gelmiş olan altmış kişiyle daha pekiştirdi. Yemeğini yemiş olduğundan tekrar yola koyulmak için hazırdı ve hizmetkârlarına kibarca veda etti. Fakat Merry, son bir kez daha kendisinden ayrılmamak için yalvardı.
"Bu Stybba gibi küheylanlar için bir yolculuk değil, daha önce de söylemiş olduğum gibi," dedi Théoden. "Ayrıca Gondor ovalarında yapmayı planladığımız cenkte sen, gönlü boyundan büyük olan sen, ne yapabilirsin Efendi Meriadoc, bir kılıç taşıyıcısı olsan da?"
"Bunu kim bilebilir ki?" diye cevap verdi Merry. "Fakat neden beyim, neden beni kılıç taşıyıcısı olarak kabul ettin eğer yanında durmayacaksam? Ayrıca şarkılarda kendime, hep arkada bırakılmış dedirtmek istemem!"
"Senin iyiliğin için hizmetini kabul ettim," diye cevap verdi Théoden; "sonra dilediğim gibi buyurabilmek için. Süvarilerimden hiçbiri seni bir yük gibi taşıyamazlar. Eğer cenk benim kapılarım önünde olaydı, belki yaptıkların ozanlar tarafından unutulmazdı; fakat Denethor'un hükümdarlık yaptığı Mundburg'a yüz iki fersah var. Başka da bir şey söylemeyeceğim."
Merry eğilip selam vererek, mutsuz bir halde uzaklaştı ve sıra sıra atlıları seyretti. Daha şimdiden bölükler gitmeye hazırlanıyordu: Adamlar kemerlerini sıkıyorlar, eyerlerine bakıyorlar, atlarını okşuyorlardı; kimisi de huzursuz huzursuz alçalmakta olan gökyüzüne bakıyordu. Kimsenin dikkatini çekmeden bir Süvari geldi ve hobbitin kulağına usulca konuştu.
"İradenin istediği yerde bir yol açılır, deriz biz," diye fısıldadı; "ben de öyle olduğunu gördüm." Merry başını kaldırınca bunun sabah dikkatini çekmiş olan genç Süvari olduğunu gördü. "Sen Yurt Hükümdan'nın gittiği yere gitmek istiyorsun: Bunu yüzünden okuyabiliyorum."
"Evet," dedi Merry.
"O halde benimle geleceksin," dedi Süvari. "Seni önümde taşıyacağım, iyice uzaklaşıncaya kadar pelerinimin altında; bu karanlık bile yeterince karanlık. Böylesine bir şans elden kaçırılmaz. Artık kimseye bir şey söyleme ve benimle gel!"
"Gerçekten de çok teşekkür ederim!" dedi Merry. "Çok teşekkür ederim beyim, gerçi ismini bilmiyorum ya."
"Bilmiyor musun?" dedi Süvari yavaşça. "O zaman bana Saklımiğferde."
Böylece öyle denk geldi ki, kral yola koyulduğunda Saklımiğfer' in önünde hobbit Merdiadoc oturuyordu; kocaman gri renkli küheylan Yeltay taşıdığı yüke bana mısın demiyordu; çünkü Saklımiğfer, kıvrak ve sağlam yapılı olduğu halde birçok adamdan daha hafifti.
Gölgeye doğru sürmeye devam ediyorlardı atlarını. Karçayı'nın aktığı söğüt çalılıklarında, Edoras'ın on iki fersah doğusunda kurdular kamplarını o gece. Sonra yeniden Toprak'tan ve sağ yanlarında büyük meşe ormanlarının, Gondor sınırındaki kara Halifırien'in gölgesi altındaki tepelerin eteklerine tırmandığı Çayır'dan ilerlediler, fakat sollarında uzakta Entsuyu'nun ağzıyla beslenen bataklıklar sis içinde uzanıyordu. Onlar ilerledikçe Kuzey'deki savaştan söylentiler gelmeye başladı. Yabanda gezen yalnız adamlar, doğu sınırlarına saldıran düşmanlardan ve Rohan Bozkırı'nda yürüyüşe geçmiş ork ordularından haber getiriyordu.
"Devam edin! Devam edin!" diye bağırdı Eomer. "Artık geri dönmek için çok geç. Entsuyu'nun bataklıkları yan saflarımızı koruyacak tır. Tez olmak zorundayız. Devam edin!"
Ve böylece Kral The'oden kendi ülkesinden ayrıldı; uzun yol miller boyu kıvrılıp uzaklaşıyordu, işaret kulelerinin tepelen geçti gitti: Calenhad, Min-Rimmon, Erelas, Nardol. Fakat alevleri sönmüştü. Bütün topraklar boz ve hareketsizdi; gölge durmadan koyulaşıyordu önlerinde ve gönüllerinde umut azalıyordu.