Day of the Dragon
- Batuhan Yeşil
- Oct 14, 2018
- 32 min read
Updated: Oct 16, 2018

Part I
Küçük Dalaran diyarını yöneten büyücüler meclisi Kirin Tor'un bazı üyeleri, Azeroth dünyasının hiç bitmeyen kan ve ölümden başka bir şey görmediğini düşündükleri zamanlar.. Lordaeron ittifakı kurulmadan önce troller vardı. İnsanlar en sonunda bu dehşet verici tehlikenin üstesinden geldiğindeyse ilk ork dalgası evreni saran dokuyu yırtıp çıkmışçasına yeryüzüne üşüşmüştü. İlk başta hiçbir şey bu şekilsiz istilacıları durduramaz gibi görünse de zamanla korkunç katliam yerini acı dolu bir çıkmaza bırakmıştı. Savaşlar büyük kayıplar vererek kazanılmıştı. İki taraftan da yüzlercesi ölmüş ama görünüşte hiçbir sonuç elde edilememişti. Kirin Tor yıllar boyunca ufukta belirebilecek bir son görememişti. Fakat sonunda durum değişmişti. Alliance nihayet Horde'u geri püskürtmeyi başarmış ve en sonunda da tamamen bozguna uğratmıştı. Orkların Warchief'i, efsanevi Orgrim Doomhamer bile ilerleyen orduları durduramamış ve teslim olmak zorunda kalmıştı. Birkaç asi kabile dışında, hayatta kalan istilacılar hazırlanan iskân bölgelerinde toplanmış ve Silverhand Şövalyelerinin yönetimindeki askeri kuvvetler tarafından sıkı denetim altına alınmıştı. Barışın sürmesi çok uzun yıllar sonra ilk kez, artık soluk bir temenni değil bir umuttu. Yine de... bir rahatsızlık hissi hâlâ Kirin Tor'un yüksek konseyini tedirgin ediyordu. Bu yüzden Chamber of the Air'ın yüksek düzey büyücülerin en yüceleri bir araya gelmişti. Chamber of the Air'ın adı, duvarları yokmuş gibi duran odanın, büyü üstatlarının arkasında akan bulutlarla, ışık ve karanlıkla dolu, engin ve durmadan değişen bir gökyüzü gibi görünmesinden kaynaklanıyordu. Sanki zaman hızlanmıştı. Bu sahneye tutarlılık katan tek şey gri, taş zemin ve oradaki dört elementi simgeleyen parlak elmas sembolüydü. Kuşkusuz büyücüler de odanın geri kalanına uygundu çünkü hem yüzlerini hem vücutlarını gizleyen karanlık pelerinlerine bürünmüş halde onlar da sanki birer illüzyonmuş gibi gökyüzünün hareketleriyle dalgalanıyordu. Konsey üyelerinin bazıları kadın, bazıları erkek olsa da cinsiyetleri ancak büyücülerden biri konuştuğunda belli oluyordu. Çünkü ancak o zaman bir yüz, ayrıntıları belli belirsiz olsa da kısmen ortaya çıkıyordu. Altısı burada toplanmıştı, en kıdemli altı büyücü. Ama bu onların en yeteneklileri olduğu anlamına gelmiyordu. Kirin Tor'un liderleri birçok yöntemle seçilirdi, büyü bunlardan sadece biriydi. "Khaz Modan'da bir şeyler dönüyor," dedi yüksek sesle sakallı yüzü-zorlukla seçilebilen ilk büyücü. Sayısız yıldız şekli vücudunda gezindi. "Dragonmaw kabilesinin elinde tuttuğu mağaralarda ya da onların yakınında." "Bilmediğimiz bir şey söyle," dedi kulak tırmalayan bir sesle ikincisi. Diğerlerinden yaşça büyük bir kadındı; ama hâlâ güçlü bir iradeye sahipmiş gibi görünüyordu. Bir ay, bir an için cüppesini aydınlattı. "Doomhamer'ın savaşçıları ele geçirildiğine ve lidersiz kaldıklarına göre oradaki orklar için geri kalan birkaç dik kafalı gruptan biri diyebiliriz." Birinci büyücünün bu sözlere içerlediği açıktı; ama yine de karşılık verirken sakindi: "Pekâlâ! Belki bu daha çok ilginizi çeker... Deathwing'ün tekrar harekete geçtiğini düşünüyorum." Bu diğerlerinde, yaşlı kadında bile, korku dolu bir ürperti yarattı. Gece birden gündüze döndü; ama büyücüler bu divan için sıradan olan bu duruma aldırış etmediler. Bulutlar, söylenenlere inanmayan üçüncü büyücünün başının üstünden süzüldü. "Deathwing öldü!" diye açıkladı tıknaz yapısı vücudunun şeklini belli eden üçüncüsü. "Aylar önce denizin dibini boyladı. Bu konsey ve en güçlülerimizden seçilenler ona ölümcül darbeyi indirdi. Hiçbir ejderha, o bile, böylesine bir kudrete karşı duramaz!" Diğerlerinden bazıları başlarıyla onay verdi; ama birinci büyücü devam etti: "Peki cesedi neredeydi? Deathwing hiçbir ejderhaya benzemezdi. Goblinler o pullu derisine adamantium levhalar yerleştirmeden önce bile, onun yarattığı tehdit Horde'unkini gölgede bırakacak kadar büyüktü..." "Peki onun hâlâ var olduğunu kanıtlayacak ne var elinde?" Soru daha gençliğinin baharında olduğu belli olan bir kadından geldi. Diğerleri kadar deneyimli değildi; ama yine de-konseyde yer alacak kadar güçlüydü. "Ne var?" "Alexstrasza'nın iki kızıl ejderhasının ölümü. Vücutlar sadece kendi türlerinden birinin başarabileceği şekilde parçalara ayrılmıştı." "Başka iri ejderhalar da var." Bir fırtına patladı, şimşekler ve yağmur büyücülerin üstüne boşandı; ama ne onlara ne de zemine değdiler. Fırtına göz açıp kapayana kadar dindi ve parlak bir güneş tekrar üstlerinde belirdi. Kirin Tor'un birinci büyücüsü bu ihtişamlı gösteriye en ufak bir ilgi göstermedi. "Anlaşılan Deathwing'in neler yapabileceğini hiç görmemişsin, yoksa böyle bir şey söylemezdin." "Dediğin gibi olabilir," diye araya girdi beşincisi, bir elf yüzünün belirsiz hatları fırtınadan bile hızlı görünüp kayboldu. "Ve eğer öyleyse, bu önemli bir durum sayılabilir. Ama şu an için bununla ilgilenmemiz çok zor. Eğer Deathwing yaşıyor ve en büyük rakibinin soyundan olanlara saldırıyorsa bu sadece bizim yararımıza olur. Hepsinden öte, Alexstrasza hâlâ Dragonmaw kabilesinin tutsağı ve orklar yıllardır onun yavrularını kullanarak Alliance'ın her yerinde kan akıtıp yıkımlara neden oluyorlar. Hepimiz Kul Tiras'ın Üçüncü Filosu'nun başına gelen faciayı bu kadar çabuk mu unuttuk?' Bence Amiral Lord Daelin Proudmoore bunu asla unutmayacaktır. Sonuçta o en büyük oğlunu kırmızı devler gafil avladığında, o büyük gemide bulunan herkesi kaybetti. Eğer Deathwing'in gerçekten bu iki ölümün sorumlusu olduğu kesinleşseydi Proudmoore o siyah yaratığı madalyayla ödüllendirirdi her halde." Buna kimse itiraz etmedi, birinci büyücü bile. Azametli gemilerden geriye sadece bu dehşetli yıkımı gözler önüne seren tahta parçaları ve birkaç parçalanmış ceset kalmıştı. Amiral Lord Proudmoore'nin kararlılığını kaybetmeden, yok olanların yerine hemen yeni savaş gemilerinin yapılmasını emredip savaşa devam etmesi onun saygınlığını daha da artırmıştı. "Daha önce de belirttiğim gibi, şu anda bu durumla daha fazla vakit kaybedemeyiz, hele elimizde daha öncelikli olarak halletmemiz gereken bu kadar çok sorun varken." "Alterac krizini kast ediyorsun, değil mi?" diye gürledi sakallı büyücü. "Lordaeron ve Strorngrade'nin hiç bitmeyen gizli kapaklı kavgaları neden bizi Deathwing'in olası geri dönüşü kadar ilgilendirsin ki?" "Çünkü artık Gilneas duruma ağırlığını koydu." Diğer büyücülerde tekrar bir hareketlenme oldu, hatta hiç konuşmamış olan altıncı büyücüde bile. Tıknaz sayılabilecek gölge, elfe doğru bir adım attı. "Diğer iki krallığın önemsiz bir toprak parçası için atışması Genn Greymane'i neden ilgilendirsin ki? Gilneas güney yarımadanın ucunda, Alterac'tan Alliance'taki diğer bütün krallıklar kadar uzakta!" "Bir de soruyor musun? Greymane her zaman Alliance'ın liderliğini ele geçirmek istemişti; sonunda orklar kendi sınırlarına saldırmaya başlayana kadar ordularını geride tuttuğu halde. Onun Lordaeron Kralı Terenas'ı harekete geçmek için cesaretlendirmesinin tek sebebi Lordaeron'un askeri gücünü kırmaktı. Şu anda Terenas, Alliance'ın liderliğini elinde tutuyorsa bu bizim çabamızın ve Amiral Proudmoore'nin açık desteğinin sayesindedir." Alterac ve Stromgrade savaşın ilk günlerinden beri çatışma içinde olan iki komşu krallıktı. Thoras Trollbane, Stromgrade'nin bütün gücünü Lordaeron Alliance'ını desteklemek için kullanmıştı. Khaz Modan gibi bir komşusu varken dağlık krallığın yapacağı en mantıklı iş ortak bir hareketi desteklemek olabilirdi. Kimse de Trollbane'nin savaşçılarının kararlılığını yabana atamazdı. Onlar olmasaydı orklar savaşın ilk haftalarında Alliance'ın çoğunu istila etmiş ve şimdikinden çok farklı, tam anlamıyla acımasız bir sonuç ortaya koymuş olurlardı. Öte yandan Alterac, her ne kadar cesaretten ve davanın erdeminden sık sık dem vursa da kendi birliklerini harekete geçirmek için pek istekli değildi. Gilneas gibi o da sadece sembolik bir yardım sunmuştu; ama Genn Greymane'yi engelleyen hırsken, söylentilere göre Lord Perenolde'nin bunu yapma sebebi korkuydu. Kirin Tor'da bile çok önceden beri Alliance'ın Horde'un bitmek bilmeyen saldırısı karşısında dağılması halinde Perenolde'nin Doomhamer'ı anlaşma yapmayı düşünüp düşünmediği sorulur olmuştu. Bu korku doğru çıkmıştı. Perenolde gerçekten de îttifak'a ihanet etmişti; ama neyse ki bu aşağılık çabası kısa ömürlü olmuştu. Terenas durumu duyunca Lordaeron birlikleri hızla Alterac'ı işgal edip sıkıyönetim ilan etmişti. Savaşın devam ettiği bir zamanda kimsenin gücü bu duruma karşı çıkmaya yetmezdi, özellikle de Stromgrade'nin. Artık barış sağlandığına göre Stromgrade'nin, hainlik yapmış olan eski sınır komşusunun doğudaki topraklarının tamamını hak ettiği gibi alması gerekirdi. Terenas duruma böyle bakmıyordu. O hâlâ Alterac'ı kendi krallığına ilhak etme ya da Alterac tahtına yeni ve daha makul bir hükümdar yerleştirme hakkını savunuyordu... tahmin edilebileceği gibi Lordaeron'un çıkarlarına uygun birini. Yine de Stromgrade savaş boyunca sadık bir müttefik olmuştu; herkes Thoras Trollbane ve Terenas'm birbirlerine duyduğu hayranlığı bilirdi. Bu da onların arasını açan siyasi sıkıntıyı daha da üzüntü verici kılıyordu. Gilneas'ın ise bu topraklarla hiçbir bağı yoktu; o her zaman batının diğer milletlerinden uzak durmuştu. Kirin Tor da Kral Terenas da Genn Greymane'nin müdahale için fırsat kolladığını biliyordu. Bu sadece kendi itibarını artırmak için değil, yayılmacı hayallerini sürdürmek içindi belki de. Lord Perenolde'nin kuzenlerinden biri ihanetten sonra bu topraklara kaçmıştı ve söylentilere göre Greymane onun yeni kral olması için destek veriyordu. Alterac'ta bir üs, Gilneas'a güney krallığının sahip olmadığı kaynaklara ulaşma imkânı sunacaktı ve tabii ki güçlü gemilerini Büyük Deniz'den geçirmek için gerekli olan bahaneyi de. Bu da sonuçta denizlerdeki egemenliği konusunda çok duyarlı olan Kul Tiras'ı da işin içine katacaktı. "Bu, Alliance'ı parçalayacaktır..." diye mırıldandı genç büyücü, üstüne basarak. "Henüz o noktaya gelinmedi," diye fikrini açıkladı elf büyücüsü. "Ama yakında bu da olabilir. Bu yüzden de ejderhalarla uğraşacak zamanımız yok. Eğer Deathwing yaşıyorsa ve Alexstrasza'ya olan kan davasını yeniden canlandırmaya karar vermişse şahsen ben ona karşı çıkmam. Ne kadar az ejderha olursa o kadar iyi. Artık onların zamanı geçti." "Bir zamanlar ejderhalarla elflerin müttefik, hatta birbirine saygı gösteren dostlar olduğunu duymuştum." dedi hiçbir tonlama içermeyen, cinsiyeti belirsiz bir ses. Elf sureti ince, uzun boylu yapısıyla neredeyse bir gölge gibi duran sonuncu büyücüye döndü. "Sadece hikâyeler, sizi temin ederim. Böyle canavar mahluklarla irtibat kurmaya tenezzül etmeyiz." Bulutlar ve güneş yerlerini yıldızlar ve aya bıraktı. Altıncı büyücü özür dilercesine hafifçe başını eğdi. "Anlaşılan yanlış duymuşum. Benim hatam. "Bu siyasi sıkıntıyı yatıştırmamız gerektiği konusunda haklısın," dedi beşinciye sakallı büyücü. "Ve bunun önceliği olduğunu da kabul ediyorum. Yine de Khaz Modan'da ne olup bittiğine aldırmazlık etme riskine giremeyiz! Deathwing hakkında haklı olsam da olmasam da oradaki orklar Dragonqueen'i tutsak tuttukları sürece istikrarın sağlanmasına karşı bir tehdit oluşturuyorlar." "O zaman bir gözcüye ihtiyacımız var," diye lafa girdi yaşlı kadın. "Olan biteni gözleyecek ve sadece eğer durum tehlikeli bir boyuta varırsa bizi uyaracak biri." "Kim peki? Şu anda herkese ihtiyacımız var!" "Bunu yapabilecek biri var." Altıncı büyücü bir adım öne geldi. Konuşurken bile yüzü gölgelerin içinde kaldı. "Rhonin bunu yapabilir..." "Rhonin mi?!?" diye patladı sakallı büyücü. "Rhonin! Son başarısızlığından sonra mı? O, büyücü cüppesi giymeyi bile hak etmiyor. O umuttan çok tehlike demektir!" "O tutarsız biri," diye katıldı yaşlı elf. "Asi," diye mırıldandı tıknaz olan. "Güvenilmez..." "Suçlu!" Altıncı büyücü hepsinin sözü bitene kadar bekledi ve sonra yavaşça başını salladı. "Ve bu nazik zamanda yokluğu sorun yaratmayacak, tek deneyimli büyücü. Ayrıca bu sadece bir gözlem görevi. O olası bir krizin yakınında bile olmayacak. Görevi olayları izleyip bize bildirmek olacak, o kadar." Başka itiraz gelmeyince siyahlar içindeki büyücü ekledi: "Eminim dersini almıştır." "Öyle olduğunu umalım," diye mırıldandı yaşlı kadın. "Son görevini yerine getirmiş olabilir ama bu yanindakilerin çoğunun yaşamına mal oldu." "Bu sefer yalnız gidecek. Yanında sadece onu Alliance topraklarının sınırına kadar götürecek bir rehberi olacak. Khaz Modan'a girmeyecek bile. Büyülü bir küre olan biteni belli bir mesafeden seyretmesini sağlayacaktır." "Yeterince basit görünüyor," diye karşılık verdi genç olan kadın. "Rhonin için bile." Elf sureti sinirli bir tavırla başını salladı. "O zaman bu konuda anlaşmaya varıp konuyu kapatalım. Şansımız yaver giderse Deathwing, Rhonin'i yutar ve sonra boğulup ölür, böylece ikisinin de bahsinden sonsuza kadar kurtulmuş oluruz." Diğerlerine göz gezdirip ekledi: "Artık hepimizin Gilneas'in Alterac sorununa dahil olması ve bizim bu sorunu yatıştırmak için ne yapabileceğimiz konusuna yoğunlaşmamızı istiyorum..." Geçen iki saat boyunca yaptığı gibi başı aşağıda, gözleri kapalı, konsantrasyon halinde duruyordu. Çevresini sadece, hiçbir kaynağı olmayan loş bir ışık aydınlatıyordu. Gerçi ortada görülecek pek bir şey de yoktu. Kullanmadan bıraktığı bir sandalye kenarda duruyordu. Onun arkasında da kadim taş duvara asılı bir halı vardı. Halının üstüne leylak rengi bir alanın üstünde, detaylı, bilinçli, altın bir göz dokunmuştu. Gözün aşağısında yine altından üç tane hançer, keskin uçları aşağı dönük şekilde duruyordu. Savaş boyunca Dalaran bayrağı ve sembolleri Alliance'in korunmasında hep yükseklerde yer almıştı; ama bu Kirin Tor'un bütün üyelerinin görevlerini gereken saygınlıkla yerine getirdiği anlamına gelmiyordu. "Rhonin..." Hiçbir ifade taşımayan bir ses odayı doldurdu. Sanki aynı anda hem her yerden geliyor hem de hiçbir yerden gelmiyordu. Sık ve ateş rengi saçlarının altından ürkek yeşil gözlerini açıp bakışlarını karanlığa doğru kaldırdı. Burnu bir keresinde arkadaşı olan acemi bir büyücü tarafından kırılmıştı; ama yeteneklerine rağmen Rhonin onu onarmak zahmetine girmemişti. Yine de güçlü, düzgün çenesi ve köşeli yüz hatlarıyla çirkin sayılmazdı. Hep kalkık olan tek kaşı yüzüne her zaman alaycı, kuşkulu bir ifade verirdi. Yüzündeki bu ifade birçok öğretmeniyle başını derde sokmuştu ve bu görüntüsüne uygun olan davranışları da ona bu zamanlarda pek fayda sağlamamıştı. Gece mavisi renginde zarif bir cüppeye bürünmüş, uzun boylu, ince yapılı büyücü, bu haliyle diğer büyücülerin bile takdirini kazanırdı. Son görevi beş iyi adamın hayatına mal olmuş olsa da Rhonin azılı biri gibi görünmüyordu. Dimdik durmuş, diğer büyücünün kendisine hangi yönden sesleneceğini bekleyerek gözünü karanlığa dikmişti. "Beni çağırdın. Hâlâ bekliyorum," diye fısıldadı kıvırcık kızıl saçlı büyücü, sabırsızlığını belli eden bir sesle. "Yapılacak bir şey yoktu. Konu başkası tarafından açılana kadar ben de beklemek zorundaydım." Zifiri karanlığın içinden beliren pelerin ve kukuleta takmış, uzun boylu siluet, Kirin Tor'un merkez konseyinin altıncı üyesinden başkası değildi. "Sonunda beklenen oldu." İlk olarak, Rhonin'in gözleri hevesle parladı. "Peki ya cezam? Yasağım sona erdi mi?" "Evet. Aramızdaki mevkiine geri dönüşün kabul edildi... Acil olarak çok önemli bir görevi yerine getirmeyi kabul etmen şartıyla." "Bana karşı hâlâ bu kadar güvenleri var mı?" Genç büyücünün sesi yine acı dolu bir ton aldı. "Diğerleri öldükten sonra..." "Ellerinde bir tek sen varsın." "Bu kulağa daha gerçekçi geliyor. Tahmin etmeliydim." "Bunları al." Gölgeler içindeki büyücü avucu açık, ince, eldivenli elini ileri uzattı. Açık avucun üstünde, havada, birden iki parlak nesne beliriverdi: Küçük zümrüt bir küre ve üstünde tek bir siyah mücevher olan altın bir yüzük. Rhonin kendi elini aynı şekilde tuttu... ve iki nesne onun elinin üstünde belirdi. İkisini de tutup inceledi Rhonin. "Görüş küresini biliyorum; ama diğeri tanıdık gelmedi. Gücünü hissedebiliyorum ama tahminimce saldırı amaçlı değil." "Kavrayışın çok kuvvetli, Rhonin, zaten daha en başta seni desteklememin sebebi buydu. Kürenin ne işe yaradığını biliyorsun. Yüzüğü koruyucu olarak kullanacaksın. Ork sihirbazlarının hâlâ var olduğu bir diyara gidiyorsun. Bu yüzük onların sana kendilerine has yöntemleriyle erişmelerini engelleyecektir. Maalesef bu bizim de seni takip edebilmemizi zorlaştıracak." "Demek ki kendi başımın çaresine bakacağım." Rhonin kendisine yardım eden büyücüye alaycı bir ifadeyle gülümsedi. "Daha başka ölümlere yol açma ihtimalim azalacak..." "Bu bakımdan yâlnız olmayacaksın. En azından limana kadar. Sana bir korucu eşlik edecek." Kendisine eşlik edecek kişi umurunda değildi, özellikle de bu kişi bir korucuysa. Rhonin yine de başını salladı. Rhonin elflerle pek anlaşamazdı. "Bana görevimin ne olduğunu söylemedin." Gölgelere bürünmüş siluet sanki genç adamın göremediği geniş bir sandalyeye oturuyormuş gibi geriye yaslanmıştı. Eldivenli elleri birleşmiş büyücü, doğru kelimeleri seçmeye çalışır gibiydi. "Sana karşı çok sevecen davranmadılar, Rhonin. Konseydekilerin bazıları seni sonsuza kadar bu mevkiden uzaklaştırmayı bile düşünüyordu. Önceden sahip olduklarını kazanmak için çaba harcamalısın ve bu da bu görevi tam anlamıyla yerine getirmen demek." "Kolay olmayacağım söylemeye çalışır gibisin." "Bu işin içinde ejderhalar var... ve onlara göre sadece senin becerilerine sahip birinin halledebileceği bir şey." "Ejderhalar..." Dev yaratıkların adı anılır anılmaz Rhonin'in gözleri büyüdü. Genelde kibirli bir hali olan adamın sesi şimdi daha çok acemi bir büyücününki gibi çıkmıştı. Ejderhalar... Adlarının geçmesi bile çoğu daha genç büyücünün yüreğine korku salardı. "Evet, ejderhalar." Hamisi öne doğru eğildi. "Bu konuda sakın hata yapma, Rhonin. Konseyin ve senin dışında kimsenin bu görevden haberdar olmaması lazım. Sana yol gösterecek korucu ya da seni Khaz Modan sahiline bırakacak Alliance gemisinin kaptanı bile... Senden beklediğimiz şeyin bahsi duyulursa bütün planlar tehlikeye girebilir." "iyi ama görevim ne?" Rhonin'in yeşil gözleri titrek bir ışıkla parladı. Bu olağanüstü tehlikelerle dolu bir macera olabilirdi; ama ödüller gayet açıktı. Eski mevkiine dönüş ve saygınlığına saygınlık katılması. Yüksek konseyin hiçbir üyesi bu basit gerçeği kabul etmeye yanaşmasa da hiçbir şey bir büyücüyü saygınlık kadar hızlı yükseltemezdi Kirin Tor'da. "Khaz Modan'a gideceksin," dedi diğeri, biraz tereddüt ederek. "Oraya varınca da orkların elindeki DragonQueen Alexstrasza'yı serbest bırakmak için gerekenleri yapacaksın..."
Part II

Vereesa beklemeyi sevmezdi. Çoğu kimse elflerin buzullar kadar sabırlı olduğunu sansa da onun gibi genç olanları bu bakımdan insanlara çok benzerdi. Hele de Vereesa gibi, bir korucu olarak acemilik dönemini bitireli sadece bir yıl olmuşsa. Üç gündür, Büyük Deniz'e açılan doğu limanlarından birine kadar eşlik etmekle görevli olduğu büyücüyü bekliyordu. Genelde büyücülere karşı, bir elfin bir insana duyduğu kadar saygı duyardı; ama bu seferki sinirini bozmuştu. Vereesa kardeşlerine katılmak ve hâlâ savaşan orkların her birini yakalayıp aşağılık katilleri hak ettikleri gibi öldürmek istiyordu. Korucu, ilk önemli vazifesinde hiçbir şeyi aklında tutamayan, titrek ve ihtiyar bir büyücüye dadılık etmek zorunda kalacağını düşünmemişti. "Bir saat daha," diye mırıldandı. "Bir saat daha bekleyip giderim." Yanındaki bakımlı, kırmızıya çalan kahverengi elf kısrağı hafifçe kişnedi. Nesiller boyu yeni yavrulara geçen özellikler, sıradan türdeşlerine göre çok üstün bir hayvan yaratmıştı. Ya da Vereesa'nın halkı böyle olduğuna inanıyordu. Kısrak, binicisiyle uyum içindeydi. Başkalarına sadece basit bir homurtu gibi gelecek olan ses, korucuyu hemen ayaklandırdı. Dişi elf, uzun bir oku yayınaa germişti bile. Oysa çevresindeki korular bir hainlikten çok sessizliği anlatıyordu. Lordaeron ittifak'ı topraklarının bu kadar içlerinde orklardan ya da trollerden bir saldırı pek beklemezdi. Buluşma yeri olarak seçilmiş olan küçük hana doğru bir göz attı; ama ahıra saman taşıyan bir çocuk dışında kimseyi göremedi. Elf yine de yayını indirmedi. Pusuda bekleyen bir bela olmadıkça bineği çok nadir ses çıkarırdı. Acaba yakınlarda haydutlar mı vardı? Korucu yavaşça bir çember çizerek döndü. Rüzgâr uzun, gümüş beyazı saçlarının bir kısmım yüzüne çarpıyordu; ama bu keskin görüşünü engelleyemezdi. Gökyüzünün en saf maviliğindeki badem gözleri, yaprakların en ufak hareketini bilie yakalardı. Sık saçlarının arasından çıkan uzun, sivri uçlu kulakları yakındaki bir çiçeğin üstüne konan kelebeğin sesini bile duyabilirdi. Ama yine de kısrağının uyarısı için bir sebep bulamamıştı. Belki yakındaki tehlike her ne idiyse Vereesa onu korkutup kaçırmıştı. Her elf gibi, etkileyici bir görünümü olduğunu biliyordu. Çoğu insandan uzun olan korucu, dizine varan deri çizmeler, orman yeşili pantolon ve bluz giymiş, üstüne de meşe renginde bir seyahat pelerin takmıştı. Neredeyse dirseğine varan sıkı eldivenleri hem ellerini koruyordu hem de yayını, ya da yanında asılı duran kılıcını kolaylıkla kullanmasını sağlıyordu. Bluzunun üstüne, ince ama yuvarlak hatlı vücuduna göre yapılmış sağlam bir göğüs zırhı giymişti. Handaki yerli halktan biri, görünüşünün kadınsı özelliklerine hayranlıkla bakarken elfin savaşçı yanını dikkate almama hatasını işlemişti. Adam sarhoş olduğu için ve ayık olsa büyük olasılıkla aynı kaba hitap şekillerini ağzına almayacağından, Vereesa adamın birkaç parmağını kırmakla yetinmişti sadece. Kısrak tekrar kişnedi. Korucu bineğine ters ters bakarken dudaklarında hayvanı ayıplayan birkaç söz şekillendi. "Siz Vereesa Windrunner olmalısınız," dedi birdenbire kısık ve dikkat çekici bir ses, Vereesa'nın bakmadığı yönden. Vereesa daha fazla bir şey söylemesine fırsat vermeden okunun sivri ucunu adamın gırtlağına dayadı. Oku bırakıverse yeni gelenin boynunu tamamen delip geçer ve diğer taraftan çıkardı. Tuhaf bir şekilde bu ölümcül gerçek adamı hiç etkilememiş gibi görünüyordu. Elf adamı tepeden tırnağa inceledi (kabul etmesi gerekirse bu pek de tatsız bir iş sayılmazdı) ve bu davetsiz misafirin sadece beklediği büyücü olabileceğine kanaat getirdi. Bu, hem bineğinin garip davranışım hem de kendisinin adamın varlığını daha önce sezememe nedenini açıklıyordu. "Sen Rhonin misin?" diye sonunda sordu korucu. "Beklediğin gibi değil miyim?" diye karşılık verdi adam, yüzünde alaycı bir gülümseme ifadesiyle. Elf biraz rahatlayarak okunu aşağı indirdi. "Sadece bir büyücü olduğunu söylediler o kadar." "Bana da bir elf korucusu dediler, daha fazlasını değil." Vereesa'ya öyle bir bakış attı ki elf neredeyse yayını geri kaldıracaktı. "Neyse, sonuçta birbirimizi bulduk." "O kadar basit değil. Üç gündür burada bekliyorum! Üç kıymetli gün ziyan oldu!" "Yapılabilecek bir şey yoktu. Hazırlık yapılması gerekiyordu." Büyücü başka bir şey söylemedi. Vereesa üstelemekten vazgeçti. Çoğu insan gibi bu da kendisi dışında kimseyi umursamıyordu anlaşılan. Daha fazla beklemek zorunda kalmadığı için kendini şanslı saymalıydı. Alliance'ın içinde bu Rhonin gibiler bu kadar çokken nasıl olup da Horde'a karşı zafer kazanılabildiklerine şaşıyordu. "Pekâlâ, eğer Khaz Modan'a geçmek istiyorsan hemen harekete geçsek iyi olur." Elf onun arkasına bir şey arıyormuş gibi baktı. "Atın nerede?" Neredeyse büyücünün, atı olmadığını ve kendini buraya müthiş güçlerini kullanarak taşıdığını söylemesini bekliyordu... ama öyle olsaydı Rhonin'in, limana kadar rehberlik etmesi için kendisine ihtiyacı olmazdı. Bir büyücü olarak etkileyici yetenekleri olmalıydı kuşkusuz; ama bu yeteneklerinin de bir sınırı vardı. Bunun yanında, Rhonin'in görevi hakkındaki azıcık bilgisiyle, Vereesa onun hayatta kalabilmek için sahip olduğu her şeye ihtiyacı olduğunu tahmin ediyordu. Khaz Modan yabancıların iyi karşılandığı bir yer değildi. Birçok cesur savaşçının kafatası ork çadırlarını süslüyordu, duyduğu kadarıyla ejderhalar da havada devamlı devriye geziyorlardı. Hayır, Vereesa bile yanında bir ordu olmadan oraya gitmezdi. Korkağın teki değildi; ama aptal da değildi. "Biraz su içsin diye hanın yakınındaki bir yalağa bağladım. Bugün
için yeterince yol teptim, leydim." Rhonin'in ses tonunda hafif bir iğneleme hissetmese, şanım belirten bu unvanın kullanılması Vereesa'nın hoşuna gidebilirdi. Rhonin'e karşı içinde yükselen öfkeyi dizginlemeye çalışarak kendi atına döndü. Okunu ve yayını yerleştirip atını yola hazırlamaya başladı. "Birkaç dakika daha dinlenme atıma da bana da yeter," diye fikrini söyledi büyücü. "Eyer üstünde uyumaya çabuk alışırsın... ve atın kendine gelebilsin diye de ilk başta yavaş tempoda ilerleriz. Zaten yeterince çok bekledik. Çoğu gemi, hatta Kul Tiras'ınkiler bile sırf gözlem görevi verilmiş bir büyücü için Khaz Modan'a gitme düşüncesinden hoşlanmaz. Bir an önce limana ulaşmazsan uğraşmaları gereken daha önemli ve daha az intihar niteliğinde işleri olduğuna karar verebilirler." Neyse ki Rhonin buna itiraz etmedi. Onun yerine kaşlarını çatarak arkasını döndü ve hana doğru ilerlemeye başladı. Arkasından bakan Vereesa gitmeleri gereken yere varamadan sinirine yenilmeyeceğini umuyordu. Büyücünün görevini merak etti. Khaz Modan'ın ejderhaları ve onları kullanan orklar hâlâ tehdit oluşturmaya devam ediyordu gerçekten de; ama Alliance'ın başka, daha usta gözlemcileri Khaz Modan'ın içinde ve çevresinde yerleşmişti zaten. Vereesa, Rhonin'in görevinin çok ciddi bir mesele olduğunu sanıyordu, yoksa Kirin Tor bu küstah büyücü için bu kadar çok şeyi riske atmazdı. Acaba gerçekten de onu seçerken durumu iyice gözden geçirmişler miydi? Daha becerikli ve güvenilir birini bulmaları gerekmez miydi? Bu büyücünün görüntüsü, felakete yol açabilecek bir bilinmezliğin çizgilerini taşıyordu. Elf şüphelerini zihninden kovalamaya çalıştı. Kirin Tor bu konuda kararını vermişti ve Alliance yönetimi onlarla hem fikirdi; yoksa kendisi burada ona yol gösteriyor olmazdı. En iyisi bütün endişelerini bir kenara bırakmasıydı. Vereesa'nın tek yapması gereken sorumluluğunu aldığı kişiyi gemisine ulaştırmaktı. Sonra kendi yoluna gidebilirdi. Rhonin'den ayrıldıktan sonra onun ne yapıp ne yapamayacağı Vereesa'yı zerre kadar ilgilendirmiyordu. Dört gün boyunca, birkaç can sıkıcı böcekten daha tehlikeli bir şeyle karşılaşmadan yola devam ettiler. Şartlar daha farklı olsaydı yaptıkları yolculuk basit ve kaygısız görünebilirdi; tabii Rhonin ve rehberinin bütün bu zaman boyunca neredeyse hiç konuşmadığı gerçeği bir kenara koyulursa. Büyücü genelde bu durumdan rahatsız değildi. Aklı, önünde uzanan tehlikeli işteydi. Alliance gemisi onu Khaz Modan'a ulaştırdığında sadece orkların cirit attığı değil, aynı zamanda onların tutsağı olan ejderhaların gökyüzünde devriye gezdiği bir diyarda tek başına kalacaktı. Korkak olmasa da Rhonin işkencelere maruz kalıp yavaş ve acı dolu bir ölümle yüz yüze gelmek istemezdi. Sırf bu yüzden, konseydeki destekçisi ona Dragonmaw kabilesinin bilinen son faaliyetlerini bildirmişti. Dragonmaw çoğunlukla etrafı kolluyor olmalıydı, özellikle de Rhonin'e söylendiği gibi siyah dev Deathwing gerçekten yaşıyorsa. Yine de büyücünün üstüne aldığı görev göründüğü kadar zor olsaydı bile Rhonin geri dönmezdi. Bu ona sadece günahlarından kurtulmak için değil aynı zamanda Kirin Tor'da yükselmek için de verilmiş bir fırsattı. Bunun için sadece Krasus ismiyle bildiği hamisine sonsuza dek şükran duyacaktı.Bu ödül büyük olasılıkla sahteydi, bu yönetici konseyde çokça kııllanılan bir uygulamaydı. Dalaran'ın efendileri gizlilikle seçilirdi. Bu makama geldiklerini aynı konumda olanlar dışında kimse bilmezdi, en sevdikleri bile. Rhonin'in destekçisi olan adamın sesinin onun gerçek sesiyle ilgisi yoktu elbette... Tabii erkek olup olmadığı da ayrı bir soru işaretiydi. Merkez konseydekilerin bazılarının kimlikleri tahmin edilebilirdi; ama Krasus zeki büyücü için bile bir muammaydı. Aslında Rhonin, Krasus'un kimliğini neredeyse hiç umursamıyordu. Genç büyücünün tek umursadığı sadece onun aracılığıyla kendi hayallerini gerçekleştirebileceğiydi. Gemiye varamazsa bu hayaller çok uzakta kalacaktı. Eyerinde öne eğilerek sordu: "Hasic'e ne kadar kaldı?" Vereesa arkaya dönmeden, ağırbaşlı bir ifadeyle cevap verdi: "En azından üç gün daha. Telaşlanma, bu hızda ilerleyerek limana vaktinde ulaşırız." Rhonin yine geri çekildi. Son sohbetleri bu kadar sürmüştü, bugün ikinci oluyordu bu. Bir elfle seyahat etmekten daha beter bir şey vardıysa eğer bu ancak suratsız Silverhand Şövalyelerinden biriyle seyahat etmek olabilirdi her halde. Hep var olan nezaketlerine rağmen paladinler büyünün ara sıra lazım olabilen, geri kalan zamanlarda yokluğunu aramadıkları bir heladan başka bir şey olmadığım düşündüklerini kesin bir şekilde hissettirirlerdi. Rhonin'in son karşılaştığı paladin, öldükten sonra büyücülerin ruhunun, tarihteki efsanevi iblislerle aynı karanlık çukurda kalmaya mahkûm edileceğine inandığını çok canlı ifadelerle anlatmıştı. Rhonin'in ruhu ne kadar günahsız olursa olsun bunun bir önemi olmayacaktı her halde. Akşamüstü güneşi, ağaçların arasında kara gölgeler ve aydınlıktan oluşan bir tezat yaratarak ağaç tepelerinin ardında batıyordu. Rhonin karanlık çökmeden ormanın kenarına varmayı ummuştu; ama anlaşılan bu mümkün olmayacaktı. Zihinsel haritaları içinde, sadece şu andaki yerlerini belirlemek için değil, aynı zamanda rehberinin gemiye zamanında varabilmekle ilgili söylediklerini doğrulayabilmek için de bir kez daha gezindi. Vereesa'yla buluşmasının gecikmesi, gerekli olan malzemeleri bulmakla çalışıyordu. Tek umudu bu gecikmenin bütün görevini tehlikeye sokmamasıydı. DragonQueen'i serbest bırakmak... Bazıları için imkânsız, inanılmaz bir görev; çoğu kişi içinse mutlak ölüm demekti bu.Ama Rhonin savaş sırasında bile bunu önermişti. Kesin olan bir şey varsa o da, DragonQueen serbest kaldığında orkların geriye kalan silahlarının en büyüğünün ellerinden alınmış olacağıydı. Ne var ki koşullar böylesine muazzam bir girişimin başarıya ulaşmasına izin vermemişti. Rhonin konseydekilerin çoğunun kendisinin başarısız olmasını umduklarını biliyordu. Rhonin'den kurtulmak onlar için geçmişten kalan kara bir lekenin üstlerinden silinmesi demekti. Bu bakımdan bu görev her durumda faydalı olacaktı: Başarılı olursa şaşıracaklardı; başarısız olursa da rahata ereceklerdi. En azından Krasus'a güvenebilirdi. Büyücü en başta ona gelip genç meslektaşının imkânsızı başarabileceğine hâlâ inanıp inanmadığını sormuştu. Alexstrasza serbest kalana kadar Dragonmaw kabilesi Khaz Modan'daki hakimiyetini elinde tutmaya devam edecekti ve orklar, Horde için çalışmaya devam ettikçe koruma altındaki iskân bölgeleri için olası bir merkez olma tehlikesi taşımaya devam edeceklerdi. Kimse savaşın yeniden yaşanmasını istemezdi. Zaten Alliance'ın çözmekle uğraştığı yeterince sorunu vardı kendi içinde. Kısa bir gök gürültüsü Rhonin'i daldığı düşüncelerden ayırdı. Bakışlarını yukarı kaldırdı; ama pamuk gibi beyaz birkaç buluttan başka bir şey göremedi. Kaşlarını çatan alev rengi saçlı büyücü bakışlarını, gök gürültüsünü kendisinin de duyup duymadığını sormak için elfe çevirdi. Daha tehditkâr ikinci bir gök gürültüsü bütün kaslarının gerilmesine neden oldu. Aynı anda her nasılsa eyerinde dönmeyi başaran Vereesa kendisini Rhonin'e doğru itip büyücünün üstüne atladı. Kocaman bir gölge etraflarını kapladı. Büyücü, ve korucu çarpışınca elfin zırhının da ağırlığıyla ikisi birden Rhonin'in atının üstünden düştüler. Kulakları sağır eden bir kükreme yeri göğü sarstı ve kasırga gibi bir rüzgâr esti. Büyücü yere düştüğünde daha acının verdiği şokun etkisinden kurtulamadan, atının kısa kişnemesini duydu... ve hemen sonra kişneme kesildi."Yerde kal!" diye bağırdı Vereesa, sesini rüzgâr ve kükreme sesi arasında duyurmaya çalışarak. "Yerde kal!" Gökyüzünü görmek için dönmüş olan Rhonin onun yerine cehennemden çıkma bir manzarayla karşılaştı. Kızgın ateş renginde bir ejderha gökyüzünü kaplamıştı. Ateş kırmızısı dev, gözlerini aşağıdaki minicik, zavallı varlıklardan ayırmadan, hayvanın geri kalanını bir kerede yuttu. Canavarın omuzlarında, uzun ve sivri iki dişi olan, neredeyse kendisi kadar büyük bir savaş baltası bulunan, şekilsiz, yeşil biri oturuyordu. Kaba bir dilde emirler haykıran ork doğrudan Rhonin'i işaret ediyordu. Ağzı aralık, pençeleri kocaman ve açık ejderha, Rhonin'e doğru alçaldı. "Bana ayırdığınız zaman için tekrar teşekkürlerimi sunarım, Majesteleri. "dedi. Uzun boylu, siyah saçlı asilzade, güç ve zekâ dolu bir sesle. "Belki hâlâ bu krizin bütün çabalarınızı mahvetmesini engelleyebiliriz." "Bunu yapabilirseniz, Lordaeron ve Alliance size karşı büyük minnet duyar, Lord Prestor," diye karşılık verdi makamını gösteren zarif, beyaz ve altın rengi cüppeye bürünmüş, yaşlı ve sakallı adam. "Sayenizde Gilneas ve Stromgarde'nin makul olanı görebileceğine hissediyorum." Kendisi ufak tefek bir adam olmasa da Kral Terenas karşısındakinin heybeti yanında küçücük kalıyordu. Genç adam gülümserken bütün dişleri ortaya çıktı. Terenas, Lord Prestor'dan daha azametli birine rastlasa şaşırırdı doğrusu. Özenle taranmış, kısa, siyah saçları, saraydaki kadınların çoğunun elinin ayağına dolaşmasına sebep olan, şahin bakışlı, tıraşlı yüzü, kıvrak zekâsı ve Alliance'taki bütün prenslerden daha asil duruşuyla Lord Prestor'un Alterac sorununa dahil olan herkesi, hatta Genn Greymane'i bile, etkisi altına alması şaşırtıcı değildi. Terenas'ın diplomatlarının anlattığına göre Prestor etkileyici tavırlarıyla Gilneas'ın hükümdarını, çok az rastlanabilecek şekilde, gülümsetmeyi bile başarmıştı. Kralın konuğu, bundan sadece beş yıl önce kimsenin adını bile duymadığı genç bir asilzadeye göre epey bir üne kavuşmuştu. Prestor, Lordaeron'un en dağlık, en engebeli bölgesinden gelmişti; ama yine de Alterac'ın kraliyet ailesiyle kan bağı olduğunu ileri sürüyordu. Yaşadığı küçük topraklar savaş sırasında bir ejderha saldırısıyla yerle bir olmuş, başkente kadar yanında üstüne başına bakacak bir uşağı bile olmadan yayan yürümüştü. O zamanki kötü durumu ve gelişinden beri nasıl bir konuma geldiği hikâyelere konu olmuştu. Daha da önemlisi, onun tavsiyeleri krala birçok kez yardım etmişti. Buna, karanlık günlerde yaşlı kralın Lord Perenolde konusunda ne yapacağına karar veremediği zaman da dahildi. Prestor bu konuda gerçekten itici güç olmuştu. Terenas'ı, Alterac'ı ele geçirme ve orada sıkıyönetim ilan etme konusunda cesaretlendiren oydu. Stromgarde ve diğer krallıklar hain Perenolde'ye karşı harekâtın gerekliliğini anlamış; ama savaşın bitmesinden sonra Lordaeron'un bu krallığı kendi çıkarları için elinde tutmaya devam etmesini kabul etmemişlerdi. En sonunda Prestor onlara bütün bunları açıklayabilecek ve son kararı onaylamalarını sağlayacak kişi olarak ortaya çıkmıştı. Sonuçta işte bu, artık iyice yaşlanmış olan geniş yüzlü hükümdarın, karşısındaki zeki adamı bile şaşkına çevirecek makul bir çözümü aklında tartıp durmasına neden olan şeydi. Terenas, Alterac'ı, Gilneas'ın desteklediği Perenolde'nin kuzenin yönetimine bırakmayı reddetmişti. Mevzu olan krallığı Lordaeron ve Stromgarde arasında bölmek de mantıklı gelmiyordu ona. Bu sadece Gilneas'm değil, Kul Tiras'ın da nefretini çekerdi. Alterac'ı tamamen ilhak etmekse mümkün değildi. Peki ya bölgeyi herkesin saygısını kazanmış, barış ve birlikten başka bir şey istemediğini göstermiş, yetenekli birinin ellerine teslim ederse? Hem de Kral Terenas'a göre yetenekli bir yönetici ve elbette hep Lordaeron'a bağlı bir müttefik ve dost olarak kalacak biri... "Evet, kesinlikle, Prestor!" Kral kendisinden çok daha uzun boylu asilzadenin omzuna uzanıp hafifçe vurdu. Prestor iki metreden uzun olmalıydı ama zayıf da olsa pek çelimsiz değildi. Mavi-siyah üniforması üstüne tam oturan Prestor, her bakımdan bir savaş kahramanına benziyordu. "Gurur duyman gereken çok şey var... ve ödüllendirilmen gereken de! İnan bana bu katkılarını kolay kolay unutmayacağım!" Prestor içten bir şekilde gülümsedi, her halde küçük topraklarına tekrar kavuşacağını düşünüyordu. Terenas genç adamın bu beklentiyle yaşamaya devam etmesine karar vermişti; böylece Lordaeron kralı onu Alterac'ın hükümdarı ilan ettiğinde Prestor'un yüzünde oluşacak ifade çok daha eğlenceli olacaktı. Birinin kral olması her gün yaşanan bir şey değildi... tabii bu mevki soydan geçmemişse. Terenas'ın saygıdeğer konuğu, krala selam verip nezaketle reverans yaparak imparatorluk divanından ayrıldı. Prestor çıkınca Terenas kaşlarını çattı. İpek perdeler, altın avizeler ve hatta saf beyaz mermer zemin bile genç asilzade ayrıldıktan sonra odayı yeterince aydınlatamıyordu. Lord Prestor her yönden sarayda cirit atan çıkarcı saray erkânından ayrıydı. O, herkesin güvenebileceği, kendisine duyulan inancı boş çıkarmayacak ve her bakımdan saygın biriydi. Terenas, kendi oğlunun Prestor'a daha çok benzemiş olmasını dilerdi. Kral sakallı çenesini sıvazladı. Evet, bir ülkenin şerefini geri kazandıracak ve aynı zamanda Alliance üyelerinin ilişkilerine tekrar uyum getirecek mükemmel kişi oydu. Yeni ve güçlü bir kan... Bu konuda biraz daha düşününce Terenas'ın aklına kızı Calia geldi. Hâlâ bir çocuk sayılsa da yakında çok güzel bir genç kız olacaktı. Belki işler yolunda giderse bir gün o ve Prestor, dostluklarını ve bağlılıklarını bir kraliyet düğünüyle güçlendirebilirdi de. Evet, artık gidip danışmanlarıyla konuşmanın ve onlara kralın fikrini aktarmanın sırasıydı. Terenas onların da bu kararında kendisiyle aynı fikirde olacaklarını kesinlikle hissediyordu. Şu ana kadar genç asilzadeden hoşlanmayan birine rastlamamıştı. Alterac kralı Prestor... Terenas, ödülünün büyüklüğünü öğrendiğinde dostunun yüzünde oluşacak ifadeyi hayal bile edemiyordu... "Yüzünüzde bir gülümsemenin izi var... Yoksa kanlar ve acılar içinde ölen biri mi var, benim zehir saçan efendim?" "Esprilerini başkasına sakla, Kryll," diye karşılık verdi Lord Prestor, arkasındaki büyük, demir kapıyı kapatırken. Yukarıda, kendisine Kral Terenas tarafından verilen eski şatoda yetkisi olmayan kimsenin içeri girmemesi için Prestor'un tek tek seçtiği uşaklar nöbet bekliyordu. Efendilerinin yapması gereken işler vardı ve yerin altındaki odalarda neler olup bittiğini tam olarak bilmeseler de uşaklar onun rahatsız edilmesinin kendi yaşamlarına mal olacağım biliyordu. Prestor işlerinin yarıda kesilmesini beklemiyor ve bu dalkavukların verilen emirlere harfiyen riayet edeceklerine inanıyordu. Onlara yapılan büyü, kral ve saray erkânının bu azametli sığınmacıya bu kadar büyük hayranlık duymasını sağlayan büyünün bir başka çeşidiydi; başka bir şey düşünebilmeleri mümkün değildi. Prestor büyünün etkisini zaman içinde iyice arttırmıştı. "İçtenlikle özürlerimi sunarım, düzenbazlıklar prensi!" dedi kulak tırmalayan bir sesle karşısındaki. Küçük, zayıf ama adaleli bir vücudu vardı. Sesinde şeytani ve delice bir hava, bir insana ait olamayacak bir nitelik vardı... Bu şaşırtıcı değildi çünkü Prestor'un yanındaki bir goblindi. Bazıları, başı karşısındaki asilzadenin ancak kemer tokasına varan bu ince ve zümrüt yeşili yaratığı, zayıf ve basit sanabilirdi. Bununla birlikte ağzına yayılan delice sırıtış oldukça keskin, uzun dişlerini ve kan kırmızısı, neredeyse çatallı denebilecek dilini ortaya çıkarıyordu. Görünür bir gözbebeği olmayan, dar ve sarı gözleri keyifle parıldıyordu; ama bu keyif sineklerin kanatlarını ya da kobay hayvanlarının kollarını koparmaktan duyulan tarzda bir keyifti. Donuk kahverengi bir kürk goblinin boynundan başlayıp yukarı çıkıyor ve çirkin yaratığın basık alnında yabani bir ibik gibi sona eriyordu. "Hâlâ kutlama yapmak için sebep var." Aşağıdaki oda bir zamanlar erzakların koyulması için kullanılıyordu. O günlerde topraktan gelen serinlik, şarap şişelerinin durduğu rafların hepsini gereken sıcaklık derecesinde tutardı. Şimdiyse Kryll'in bazı mühendislik çalışmaları sayesinde geniş oda patlamaya hazır bir yanardağın üstüne yerleştirilmiş gibi sıcaktı. Lord Prestor burada kendini evinde gibi hissediyordu. "Kutlama mı, hilekârlıklar efendisi?" Kryll kıkırdadı. Kryll genelde pis bir şeyler döndüğünde fazlaca kıkırdardı. Yeşil yaratığın en önemli iki tutkusu deneyler ve kargaşaydı; fırsat buldukça ikisini birleştirirdi. Odanın arka tarafı aslında tezgâhlar, deney tüpleri, barutlar, garip mekanizmalar ve goblinin topladığı tüyler ürpertici koleksiyonlarla doluydu. "Eveet, kutlama, Kryll." Prestor delici, karanlık bakışlarını hiç kırpmadan gobline dikmişti. Birden yaratığın yüzündeki gülümseme ve alay ifadesi kayboluverdi. "Bu kutlamaya katılmak için buralarda olmak istersin, değil mi?" "Evet... Efendim." Üniforma giymiş asilzade bir an durup boğucu havayı içine çekti. Bir rahatlama ifadesi köşeli yüz hatlarına yayıldı. "Ahhh, ne kadar özledim..." Yüz hatları sertleşti. "Ama beklemek zorundayım. Uygun zamanı kollamak lazım, değil mi Kryll?" "Dediğiniz gibi, Efendim." Prestor'ın yüzüne bir gülümseme yayıldı ama bu seferki uğursuz bir gülümsemeydi. "Biliyorsun, büyük olasılıkla şu anda Alterac'ın müstakbel kralına bakıyorsun." Goblin dar ve kaslı vücudunu neredeyse yere kadar eğerek selam verdi. "Seni saygıyla selamlarız, yüce Kral Ö..." Bir tıkırtı sesi ikisinin de bakışını sağ tarafa çevirdi. Eski bir havalandırma boşluğuna açılan metal bir ızgaradan diğerinden daha küçük bir goblinin kafası göründü. Küçük yaratık çevik hareketlerle kendini dışarı çıkarıp Kryll'e doğru koştu. Yeni gelenin şeytani bir keyifle gülümseyen yüzü, Prestor'ın delici bakışlarıyla karşılaşınca birden ciddileşti. İkinci goblin, Kryll'in uzun, sivri uçlu kulaklarına bir şeyler fısıldadı. Kryll tısladı, sonra da elini umursamaz bir ifadeyle sallayarak diğerini gönderdi. Yeni gelen goblin geldiği delikten geçip gözden kayboldu. "Ne olmuş?" Kelimeler soylu adamın ağzından sakin ve akıcı çıksa da goblinin cevap vermekte gecikmemesi gerektiğini açıkça belli ediyordu. "Ah, saygıdeğer efendim!" diye başladı Kryll, delice gülümsemesi hayvansı yüzüne geri gelerek. "Anlaşılan bugün şans sizden yana! Belki de bir yerlerde bir şans oyunu oynamalısınız. Yıldızlar sizin tara..." "Ne olmuş?" "Birisi... birisi Alexstrasza'yı serbest bırakmaya çalışıyor..." Prestor gözünü dikip ona baktı. O kadar uzun süre ve o kadar derin dikmişti ki gözlerini, Kryll karşısında ezilip büzüldü. Bu sefer tamam, diye düşündü goblin, bu sefer kesin öleceğim. Ne kadar yazık. Yapmak istediği o kadar çok deney vardı ki... ve denemek istediği o kadar çok patlayıcı... Aynı anda, karşısındaki uzun ve siyah adam kahkahalarla gülmeye başladı; derin, karanlık ve doğal olmayan bir gülüştü bu. "Mükemmel..." diye mırıldanabildi Lord Prestor, kahkahalarının arasında. Önünde duran boşluğu yakalamaya çalışıyormuş gibi kollarını ileri uzattı. Parmakları inanılmaz uzunlukta ve pençe gibiydi. "Tam anlamıyla mükemmel!" Gülmeye devam etti ve o gülerken goblin Kryll geriye çekilip bu garip manzaraya şaşkın şaşkın bakarak kafasını yavaşça salladı. "Bir de bana deli derler," diye mırıldandı kendi kendine.
Part III
Her taraf ateşle kaplandı. Büyücü ve Vereesa, alçalan ejderhanın püskürttüğü cehennem alevlerinin altında iki yana dağılırken elf küfürler savuruyordu. Rhonin yolcuğun gecikmesine neden olmasaydı bütün bunlar başlarına gelmeyecekti. Şimdiye kadar Hasic'e varmış olacaklar ve Vereesa da büyücüden ayrılmış olacaktı. Ama şimdi ikisi de bu dünyadan ayrılacakmış gibi görünüyordu... Vereesa, Khaz Modan orklarının hâlâ, düşmanlarının huzur dolu topraklarına korku salmak için ejderha sürülerini buralara yolladıklarını biliyordu ama neden o ve yol arkadaşı onlardan biri tarafından bulunacak kadar şansızdı ki? Ejderhalar bugünlerde çok daha azdı. Lordaeron diyarlarıysa uçsuz bucaksızdı. Kendini ormanın derinliklerine atan Rhonin'e bir bakış attı. Tabii ya. Bu bir şekilde yanındakinin bir büyücü olmasıyla ilgiliydi. Ejderhaların elflerinkinden bile üstün duyuları vardı ve bazıları onların (bir takım sınırlamalar içinde bile olsa) büyüyü koklayarak bulabildiklerini bile söylerdi. Her nasılsa olayların bu kadar felaket bir hal alması büyücünün suçu olmalıydı. Ork ve ejderhası onun için gelmişti. Rhonin de sonuçta benzer bir şey düşünmüş olmalıydı çünkü elinden geldiğince hızlı koşarak Vereesa'nın görüş alanından çıkıp diğer yöndeki ormanın içine dalmıştı. Korucu homurdandı. Büyücüler ön saflarda hiçbir işe yaramazlardı. Birine belli bir uzaklıktan ya da arkasından saldırmak kolaydı; ama düşmanla yüzleşmek zorunda kalınca... Elbette karşısındaki bir ejderhaydı. Ejderha gözden kaybolmak üzere olan insana doğru döndü. Kişisel olarak büyücüye karşı ne hissederse hissetsin Vereesa onun ölmesini seyretmek istemezdi. Ama etrafına bakıp duran gümüş saçlı korucu ona yardım etmenin bir yolunu bulamıyordu. Büyücünün atıyla birlikte kendininki de gitmişti ve tabii en sevdiği yayı da onun üstündeydi. Elinde kalan tek silah kılıcıydı, o da bu azgın deve karşı pek bir işe yaramazdı. Vereesa çevresine bakınıp kullanabileceği başka bir şey aradı ama uygun bir şey bulamadı. Geriye pek fazla seçeneği kalmamıştı. Bir korucu olduğu için elinden bir şey geldiği sürece bu büyücünün bile zarar görmesine izin veremezdi. Vereesa'nm aklına, onun hayatını kurtarmak için yapabileceği tek bir şey geliyordu ve bunu yapmak zorundaydı. Elf saklandığı yerden dışarı fırladı, ellerini havada sallayarak bağırmaya başladı: "Bu tarafa! Buraya, seni kertenkele tohumu! Bu tarafa!" Vereesa'nın sonunda erkek olduğunu çıkarabildiği ejderha dikkatini aşağısında yanan ormana vermiş ve onu duymamıştı. Bu cehennemin içinde bir yerlerde Rhonin hayatta kalmaya çalışıyor, ejderhaysa onun bunu başaramaması için uğraşıyordu. Elf savaşçısı küfrederek etrafına bakınırken ağır bir kaya buldu. Bir insan için şimdi yapacağı şeyi başarmak imkânsız gibi bir şeydi ama onun için bu hâlâ olasılık dahilindeydi. Vereesa sadece kollarının hâlâ birkaç sene öncesinde olduğu kadar iyi olmasını umuyordu. Geriye doğru gerilip kayayı kızıl devin tam kafasına fırlattı. Mesafeyi ayarlayabilmişti ama ejderha aniden hareket edince Vereesa bir an için ıskaladığını düşündü. Ama kaya, ejderhanın kafasına gelmese de perdeli kanatlarından Vereesa'ya yakın olanın ucundan sekti. Vereesa canavara zarar vermeyi beklemiyordu; (ejderhanın sert ve pullu derisinin yanında basit bir kaya komik kalıyordu) tek istediği dev yaratığın dikkatini çekebilmekti. Ve bunu başardı. Devasa kafa birden ona döndü ve ejderha bu müdahaleden rahatsız olduğunu gösterircesine kükredi. Ork, bineğine anlaşılmaz bir şeyler bağırdı. Kanatlı dev aniden yana doğru bir dönüş yapıp Vereesa'ya yöneldi. Elf sonunda onun dikkatini zavallı büyücüden uzaklaştırmayı başarmıştı. Peki şimdi ne halt edeceksin, diye kendi kendine söylendi korucu. Arkasına dönüp koşmaya başladı. Peşindeki muazzam yaratığı atlatmasının mümkün olmadığının farkındaydı. Ejderhanın görüntüsü etrafı kaplarken Vereesa'nın üstündeki ağaçların tepeleri alevlerle doldu. Yanan yapraklar önüne düşüyor, istediği yöne gitmesini engelliyordu. Korucu tereddüt etmeden sola döndü ve henüz alev almamış ağaçların arasına daldı. Öleceksin, dedi kendine. Hep şu ise yaramaz büyücü için! Kulakları sağır eden bir kükreme omzunun üstünden geriye bakmasına neden oldu. Kızıl ejderha ona ulaşmış, sivri tırnaklı pençelerinden biri kaçan korucuyu yakalamak için öne uzanmıştı. Vereesa bu pençenin onu ezdiğini, hatta daha da beteri, dev yaratığın korkunç ağzına sürüklediğini hayal etti... ve ejderha tarafından çiğnendiğini ya da tek parça halinde yutulduğunu. Ama tam da ölüm Vereesa'ya bu kadar yaklaşmışken ejderha birden pençelerini geri çekti ve havada kıvranmaya başladı. Pençeler kendi göğsünü tırmalıyordu şimdi. Bütün pençeleri bir yerini, herhangi bir yerini çizmek için uğraşıyormuş gibiydi. Sanki... Sanki dev gövdesi korkunç acı veren bir kaşıntıyla kaplanmıştı. Tepesindeki ork kontrolü kaybetmemek için mücadele ediyordu ama bu haliyle ejderhayı ralıatsız eden pire kendisiymiş gibi duruyordu ancak. Vereesa durup karşısında olup bitenlere baktı. Hiç bu kadar şaşkınlık verici bir şeye şahit olmamıştı. Ejderha acısını azaltmaya çalışır gibi bükülüp kıvrılırken hareketleri her an biraz daha taşkınlaşıyordu. Ork terbiyecisi sırtında güçlükle tutunabiliyordu. Acaba bu canavarın bu kadar acı çekmesine neden olan şey ne olabilir, diye merak etti elf... Sonra da fısıltıyla cevap verdi kendi sorusuna: "Rhonin mi?" Sanki ismini söylemekle bir hayaleti çağırmış gibi birden büyücü önünde belirdi. Kızıl saçları dağılmış, siyah cüppesi çamurlu ve parçalanmıştı; ama şu ana kadar başına gelenler onu yıldırmamış gibi görünüyordu. "Hâlâ yapabiliyorken gitsek iyi olur diyorum, ne dersin, cif?" Teklifini bir kere daha tekrarlamasına gerek kalmadı. Bu sefer Rhonin önden gidiyor ve cayır cayır yanan ormanda yol göstermek için bir tür yetenek, bir tür büyüsel güç kullanıyordu. Vereesa bir korucu olarak daha iyisini yapamazdı. Rhonin, içine girene kadar farkına bile varılamayacak yollara sokuyordu onları. Bütün bunlar olurken ejderha kendi derisini parçalayarak başlarının üstünde süzülüyordu. Vereesa bir an bakışlarım yukarı çevirince, canavarın zırhlı derisini delmeyi başarabilecek çok az şeyden biri olan pençeleriyle kendi kanını akıtmayı bile başardığını gördü. Ork ortalarda görünmüyordu; uzun dişli savaşçı tutunduğu yerden düşmüş olmalıydı. Vereesa onun için vicdan azabı duyacak değildi. "Ejderhaya ne yaptın?" dedi sonunda derin bir soluk almayı başararak Yangının bittiği yeri bulmaya çalışmakla meşgul olan Rhonin arkasına bile dönmedi. "Tasarladığım gibi çıkmayan bir şey! Bu sancılı bir tahrişten daha fazla canıını yakmamalıydı!" Rhonin'in sesi kendi kendine kızmış gibi çıkıyordu; ama korucu ilk defa ondan etkilendiğini fark etti. Büyücü mutlak bir ölümü engelleyip olası bir güvenlik sağlamıştı... Tabii ki buradan çıkış yolunu bulmaları şartıyla. Arkalarındaki ejderha, hıncını dünyaya haykırırcasına kükrüyordu. "Ne kadar sürecek?" Büyücü sonunda durup ona baktı. O bakışta gördüğü ifade elfı feci şekilde rahatsız etti. "Yeterince uzun süre değil..." Çabalarını ikiye katladılar. Ne yöne dönseler ateş etraflarını sardı; ama en sonunda alevleri geçerek çıkışa varıp sadece ölümcül bir dumanın üstlerine hücum ettiği bir alana ulaştılar. İkisi de dumandan boğularak tökezliyor ve üstlerine doğru esen rüzgârdan korunabilecekleri, arkalarındaki ateş ve dumanı yavaşlatacak bir patika arıyordu. Ve başka bir kükremeyle tepeden tırnağa titrediler çünkü bu seferki acı değil, öfke ve intikam hissiyle dolu bir kükremeydi. Büyücü ve korucu geriye dönüp uzaktaki kırmızı gövdeye baktı. "Büyünün süresi bitti," diye mırıldandı Rhonin, gereksiz bir şekilde. Gerçekten de büyünün süresi dolmuştu ve Vereesa ejderhanın, çektiği acının sorumlusunu çok iyi bildiğini görebiliyordu. Ejderha şaşmaz bir hedef tutturmuş, onlara bedel ödetmeye kararlı bir şekilde devasa, kalın kanatlarıyla üstlerine geliyordu. "Buna yapabileceğin başka bir büyü var mı?" diye seslendi Vereesa koşarlarken. "Belki! Ama burada kullanmamayı tercih ederim! Bizi de onunla birlikte götürebilir!" Sanki ejderhanın yapacağı da bu değildi. Elf, Rhonin'in ejderha onları kendine yem yapmadan şu ölümcül büyüyü uygulamaya karar vereceğini umuyordu. "Hasic ne kadar..." Büyücü bir an durup nefes aldı. "Hasic ne kadar uzakta?" "Çok uzakta." "Burasıyla arasında başka yerleşim yeri var mı?" Düşünmeye çalıştı. Aklına bir yer gelmişti; ama ne adını, ne de ne yerleşimi olduğunu hatırlayamıyordu. Tek hatırladığı bir günlük mesafede olduğuydu. "Bir tane var; ama..." Ejderhanın kükreyişiyle yeniden titrediler. Üstlerinden bir gölge geçti. Rhonin beklenmedik bir şekilde durup dehşetli tehlikeyle yüzleşmek için dönünce neredeyse çarpışıyorlardı. Büyücü Vereesa'yı kollarından yakalayıp bir büyücü için şaşırtıcı derecede güçlü olan elleriyle kenara çekti. Gözleri kelimenin tam anlamıyla kırmızı alevlerle kaplanmıştı. Vereesa böyle bir şeyin güçlü büyücülerde olabildiğini duymuş ama daha önce hiç görmemişti. "Bunun geri tepmemesi için dua et," diye mırıldandı büyücü. Kollarını ileri uzatmış, ellerini kırmızı ejderhaya doğrultmuştu. Vereesa'nın duymadığı bir dilde sözcükler mırıldanmaya başladı. Bu sözcükler nedense bir ürpertinin elfin omurgası boyunca dolaşmasına neden oldu. Rhonin ellerim birleştirip tekrar konuşmaya başladı... Bulutların arasından üç kanatlı şekil daha ortaya çıktı. Vereesa nefesini tutarken uzun boylu büyücü yapmakta olduğu büyüyü kesip sustu. Rhonin göklere lanetler savurmak üzereymiş gibi beklerken, elf dehşetli düşmanlarının ardından yaklaşanların ne olduğunu gördü. Griffonlar... kocaman, kartal kafalı, aslan vücutlu, kanatlı griffonlar... binicileriyle birlikte... Vereesa büyücünün koluna yapışıp sarstı. "Hiçbir şey yapma!" Rhonin ona ters bir bakış attı ama başıyla onayladı. Ejderha bütün görüş alanını kaplarken ikisi de bakışlarını yukarı çevirdiler. Üç griffon, aniden ejderhanın üstüne atılıp onu gafil avladılar. Vereesa şimdi binicileri ayırt edebilse de aslında buna gerek yoktu. Sadece, elf diyarı Quel'thalas'ın bile ötesindeki uzak, uğursuz, dağlık Aerie Dorukları'nın cüceleri yabani griffonlara binebilirdi... sadece bu yetenekli savaşçılar ve binekleri havada ejderhalarla karşı karşıya gelebilirdi. Kırmızı ejderhadan daha küçük de olsalar, griffonlar ejderhaların pullu derilerini parçalayabilen ustura kadar keskin pençeleri ve o derinin altındaki eti yarabilen gagalarıyla bu boyut farkını kapatabiliyorlardı. Ayrıca gökyüzünde çok daha hızlı ve çevik hareketlerle uçup bir ejderhanın asla baş edemeyeceği keskin dönüşler yapabilirlerdi. Cüceler için de bineklerini idare etmek o kadar kolay değildi. Yerde yaşayan kuzenlerine göre birazcık daha uzun ve ince olan dağ cüceleri onlardan daha az kaslı değildi. Göklerde devriye gezerken kullanmayı en sevdikleri silah efsanevi Fırtmaçekici olsa da bu üçlü, ustalıkla kullandıkları büyük, uzun saplı, çift taraflı savaş baltaları taşıyorlardı. Baltaların Stormhammers'a benzer bir metalden yapılmış ağızları, dev yaratıkların kemikli ve pullu kafalarını bile delebilirdi. Bir rivayete göre büyük griffon binicisi Kurdran, bunlar gibi bir baltayla yaptığı isabetli tek bir vuruşla bundan daha büyük bir ejderhayı indirmişti. Kanatlı hayvanlar bir çember içine aldıkları düşmanlarını, savunmasız yakalanmamak için devamlı bir o yana bir bu yana dönmek zorunda bırakıyorlardı. Orklar uzun zamandır griffonlardan sakınmayı öğrenmişlerdi ama bu canavar binicisi olmayınca ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Cüceler hemen bu durumdan yararlanmak için bineklerini saldırtıp geri çekerek ejderhanın artan kızgınlığını körüklediler. Uzun sakalları ve atkuyruk saçları ile beraber cüceler devasa tehlikenin yüzüne karşı kelimenin tam manasıyla gülüyorlardı. Bu böğürtüye benzeyen kahkahaları sadece ejderhayı daha fazla kinlendirmişti. Yaratık delice ama yararsız hamlelerine ağzından püskürttüğü alevleri de katmıştı. "Yön duygusunu allak bullak ediyorlar," diye açıkladı Vereesa, kullandıkları taktiğe hayran kalarak. "Genç olduğunun ve öfkesinin strateji kurarak saldırmasını engelleyeceğinin farkındalar!" "Bu da bize buradan gitmek için zaman kazandırır," diye karşılık verdi Rhonin. "Yardımımıza ihtiyaçları olabilir!" "Yerine getirmem gereken bir görevim var," dedi meşum bir sesle. "Ve onlar da duruma hakimler." Bu gayet doğruydu. Üstün olan taraf griffon binicileriymiş gibi görünüyordu. Gerçi henüz hiçbir darbe indirmiş değildiler. Üçlü, ejderhanın etrafında o kadar dönüp durdu ki canavarın artık neredeyse başı dönüyormuş gibi bir hali vardı. Bakışlarını bir tanesinin üstünde tutmaya çalıştıkça diğerleri dikkatini dağıtıyordu. Sadece bir kez bir alev, kanatlı rakiplerinin birine neredeyse dokunacak kadar yaklaşmıştı. Birden cücelerden biri, batmaya yüz tutmuş güneşin ışınlarıyla keskin ağzı parlayan kocaman baltasını kaldırmaya başladı. O ve bineği bir kez daha ejderhanın üstünde uçtuktan sonra, dev yaratığın kafatasına yaklaşan griffon aniden dalışa geçti. Pençeler yaratığın boynuna girdi ve pullu derisini yardı. Ejderhanın çektiği acı belli olurken cüce, devasa baltasını kuvvetlice savurdu. Keskin çelik derine saplandı. Öldürecek kadar derin değildi ama ejderhanın acı dolu bir çığlık atmasına fazlasıyla yetmişti. Ejderha tamamen bir refleks hareketiyle döndü. Kanadı tesadüfen cüceyle griffona çarptı ve kontrolsüz bir biçimde döne döne aşağı inmelerine neden oldu. Cüce tutunmayı başardı ama baltası elinden uçup yere doğru düşmeye başladı. Vereesa iç güdüsel olarak silahın düştüğü tarafa yöneldi ama Rhonin koluyla onun önünü kesti. "Sana gitmemiz gerek dedim!" İtiraz edebilirdi ama yukarıda savaşanlara bir kez daha bakınca onlara hiçbir faydasının dokunamayacağım anladı. Griffon binicilerinin hâlâ peşini bırakmadığı yaralı ejderha daha da yükseğe uçmuştu. Baltayı alsa bile onu boş bir çabayla fırlatmaktan başka bir şey yapamazdı. "Pekâlâ," diye mırıldandı elf, en sonunda. Vereesa'nın varmaları gereken yerin nerede olduğuyla ilgili bilgisine dayanarak arkalarındaki savaş alanından hızla uzaklaştılar. Geride kalan ejderha ve griffonlar az sonra gökyüzündeki küçük noktacıklar haline geldi. Bunun bir sebebi de havadaki savaşın elf ve büyücünün tersi yöne doğru gitmesiydi. "Garip..." diye büyücünün fısıldadığını duydu Vereesa. "Garip olan neymiş?" Rhonin irkildi. "Demek bu kulaklar sadece gösteriş için değilmiş." Çok daha kötülerini duymuş olsa da bu hakaret Vereesa’nın sinirine dokundu. İnsanlar ve cüceler, elf ırkının doğuştan gelen üstünlüklerine duydukları kıskançlıktan dolayı genelde onların uzun ve uçlara doğru sivrilen kulaklarını alay konusu yaparlardı. Vereesa'nm kulaklarının bazen eşek, domuz hatta en beteri goblin kulağıyla kıyaslandığı olmuştu. Vereesa böyle bir yorum karşısında hiçbir zaman silahına davranmasa da bu sözleri söyleyenin seçtiği kelimelerden dolayı pişman olmasına neden olmadığı pek görülmemişti. Büyücünün zümrüt yeşili gözleri kısıldı. "Bunu hakaret olarak algıladıysan özür dilerim. Öyle demek istememiştim" Sözlerinin içtenliğine emin olamasa da Vereesa bu cılız özür dileme çabasını kabul etmek zorunda olduğunu biliyordu. Öfkesine hakim olmaya çalışarak tekrar sordu: "Nedir garip olan?" "Bu ejderhanın bu kadar iyi bir zamanlamayla ortaya çıkması." "Böyle düşünürsen griffonların nereden çıktığını da sorman lazım. Sonuçta onlar da onun peşinden ortaya çıktı." Büyücü başını iki yana salladı. "Birisini onu görüp durumu haber vermiş olmalı. Biniciler sadece vazifelerini yapıyordu," diye fikrini belirtti. "Dragonmaw kabilesinin çaresiz bir durumda olduğunu, diğer asi toplulukları ve iskân bölgelerinde tutulanları bir araya getirmeye çalışacaklarını tahmin edebiliyorum ama bunun için yapacakları şey bu olmamalı." "Kim bir orkun ne düşündüğünü bilebilir ki? Belli ki bu tesadüfen rastladığımız bir yağmacıydı. Bu tarz bir saldırı Alliance'ta ilk defa olmuyor, insan." "Hayır ama merak ettiğim..." Rhonin sözünü devam ettirmedi çünkü o an ikisi birden ormandaki hareketi fark etmişti... her yönde bir hareketlenme vardı. Korucu ustalık gerektiren bir rahatlıkla kılıcını kınından çıkardı. Rhonin'in elleri bir büyü hazırlığı içinde olduğunu belli eden bir halde cüppesinin derin kıvrımları arasında kaybolmuştu. Vereesa sesini çıkarmasa da büyücünün yakın dövüşte ne fayda sağlayabileceğini merak etti. Rhonin geri çekilip ilk saldırganları karşılamayı Vereesa'ya bıraksa daha iyi olurdu. Artık çok geçti. Altı iri yarı, atlı adam çevrelerini saran ormanın içinden ileri atıldılar. Artık iyice solmuş olan güneş ışığında bile gümüş zırhları parıl parıldı. Elf göğsüne doğrultulmuş bir mızrakla karşılaştı. Rhonin'inse hem göğsüne, hem de kürek kemiklerinin arasına birer mızrak dayanmıştı. Tepesinde aslan kafası figürü olan siperlikli miğferler, onları esir alanların yüzlerini gizliyordu. Bir korucu olduğu için Vereesa birinin böyle giysiler içinde hareket edebilmesine şaşırdı, hele savaşa girişmesini düşünemiyordu bile. Ama altı adam eyerlerinde, sanki kendilerini sınırlayan hiçbir şey yokmuş gibi rahat hareket ediyorlardı. Vücutlarının üst kısmı zırhla kaplı, muazzam, gri savaş atları üstlerine yüklenmiş, bu gereğinden fazla yükten rahatsızmış gibi görünmüyorlardı. Yeni gelenler bayrak taşımıyorlardı. Kimliklerini gösteren tek belirti göğüs zırhlarına yapılmış, gökyüzüne uzanan bir el kabartmasıydı. Vereesa sadece bu resimle bile onların kim olduğunu tahmin edebiliyordu; ama bu onu rahatlatmadı. Bu adamlar gibilerini son gördüğünde miğferinin üstünde boynuzları, göğüs kısmında ve kalkanında Lordaeron'u temsil eden bir harf sembolü olan farklı bir zırh giyiyorlardı. Ve sonra yedinci bir atlı yavaşça ormandan dışarı çıktı. Bu atlının üstünde Vereesa'nın ilk başta görmeyi beklediği daha geleneksel olan zırh vardı. Korucu siperliksiz, gölgeli miğferin içindeki güçlü, olgun (bir insan için), bilge yüzü ve onun düzgün kesilmiş, telleri kırlaşmaya başlamış sakalını görebiliyordu. Hem Lordaeron'un, hem de kendi dinsel tarikatının sembolleri adamın kalkanını, göğüs zırhını ve hatta miğferini süslüyordu. Onun gibilerin kullandığı türden, heybetli ve sivri uçlu savaş çekicinin asılı durduğu kemerini gümüş, aslan kafası şeklinde bir toka tutuyordu. "Bir elf," diye mırıldandı Vereesa'yı incelerken. "Sizin gibi güçlü bir savaşçının aramızda olmasından memnuniyet duyarız." Lider olduğu anlaşılan adam bakışlarını Rhonin'e çevirdi ve açık bir hor görme ifadesiyle konuştu: "Ve bir lanetli. Ellerini görebileceğimiz bir yerde tut da onları kesmek zorunda kalmayalım." Rhonin öfkesini dizginlemeye çalışırken Vereesa güven ve kuşku arası bir duygu içinde olduğunu fark etti. Lordaeron paladinleri tarafından esir alınmışlardı... efsanevi Silverhand Şövalyeleri tarafından. İkisi gölgelerle kaplı bir yerde buluştu. Burası kendileri gibi olanların bile çok azının ulaşabileceği bir yerdi. Burada geçmişin düşleri tekrar tekrar sahnelenir, zihnin anılarını kaplayan sisin içinde puslu figürler dolaşırdı. İkisi de bu yerin ne kadarının gerçek olduğunu ve ne kadarının kendi düşüncelerinde yer aldığım tam olarak bilmiyorlardı; ama burada kimsenin onların konuştuklarını gizlice dinleyemeyeceğini biliyorlardı. En azından öyle söylenirdi... İkisi de uzun boylu ve inceydi; cüppelerinin başlıkları yüzlerini gizliyordu. Birinin Rhonin'in Krasus olarak bildiği büyücü olduğu anlaşılabilirdi. Diğeriyse, onun gri cüppesinden daha yeşil tonda bir tanesini giymesi dışında, büyücünün ikizi gibiydi. Ancak konuşmaya başladıklarında, Kirin Tor konseyi üyesinin belirsiz cinsiyetinden farklı olarak bu kişinin erkek olduğu kesin olarak fark ediliyordu. "Neden geldiğimi bile bilmiyorum," dedi Krasus'a. "Çünkü gelmek zorundaydım Bunu yapman gerekiyordu." Diğeri duyulabilir bir sesle tısladı. "Doğru; ama artık burada olduğuma göre istediğim zaman gitmeye karar verebilirim." Krasus eldivenli, ince elini kaldırdı. "En azından söyleyeceklerimi dinle." "Niçin? Daha önce defalarca tekrar ettiğin şeyi yeniden tekrar etmen için mi?" "Böylece belki ne dediğim bir kez olsun aklında kalır!" Krasus'un beklenmedik sert çıkışı ikisini de şaşırtmıştı. Karşısındaki başım iki yana salladı. "Çok uzun zamandır onlarlasın. Hem bedensel, hem de büyüsel savunman çökmeye başlıyor. Bu umutsuz görevden vazgeçmenin zamanı geldi... Bizim de yapmış olduğumuz gibi." "Umutsuz olduğuna inanmıyorum." İlk kez olarak, Kirin Tor'un merkez konseyinin diğer üyelerinden hiçbirinin göremeyeceği kadar derinden gelen bir ses, onun cinsiyeti hakkında bir ipucu veriyordu. "O ellerinde olduğu sürece buna inanamam." "Onun senin için anlamım biliyorum, Korialstrasz; onun bizim için anlamıysa geçmiş zamanların anılarından ibaret." "O zamanlar geçtiyse siz ve sizin kanınızdan olanlar neden hâlâ konumlarınızı koruyorsunuz?" diye sakince karşılık verdi, duygularını tekrar kontrol altına alabilmiş olan Krasus. "Çünkü son yıllarımızın sakin ve huzur dolu geçmesini sağlamak istiyoruz..." "İşte bu da bu işte bana katılmanız için daha iyi bir sebep." Diğeri tekrar tısladı. "Korialstrasz, kaçınılmaz olanı asla kabul edemeyecek misin? Planın bizi şaşırtmadı. Seni gayet iyi tanıyoruz! Küçük kuklanı asla başaramayacağı görevini yerine getirmeye çalışırken gördük... Onun bu işi başarabileceğine ihtimal veriyor musun?" Krasus cevap vermeden önce bir an bekledi. "O güçlü... ama tek güvendiğim o değil. Başarılı olamayacağını tahmin ediyorum. Ama kendini feda etmesinin sonuçta benim zaferime katkı sağlayacağını umuyorum... ve eğer sen de bana katılırsan bu zaferin gerçekleşme ihtimali daha da artar." "Haklıydım." Krasus'un karşısındakinin sesi büyük bir düş kırıklığı taşıyordu. "Aynı cafcaflı konuşmalar. Aynı savunmalar. Buraya sadece bir zamanlar ikimizin arasında güçlü olan Alliance yüzünden geldim; ama anlaşılan bunun için bile zahmet etmemeliymişim. Hiçbir desteğin, hiçbir gücün yok. Sadece sen varsın ve sen de gölgelerde saklanmak zorundasın..." dedi çevrelerini saran sisleri işaret ederek. "... Böyle yerlerde saklanmalısın, gerçek halini göstermek yerine..." "Yapmak zorunda olduğum şeyi yapıyorum... Peki sen hâlâ ne yapıyorsun?" Krasus'un sesinde tekrar bir keskinlik belirdi. "Var oluş sebebin ne, eski dostum?" Bu rahatsızlık verici soru karşısında diğeri bir an irkildi, sonra aniden arkasına döndü. Her adımında onu biraz daha içine alan sise doğru birkaç adım attı. Sonra durup arkasındaki büyücüye baktı. Tekrar konuştuğunda sesinde, karşısındakinin sözlerini kabullenmiş bir ton vardı. "Sana bu yolda en iyi dileklerimi sunarım Korialstrasz, gerçekten. Ben... biz... sadece geçmişe dönüş olmadığına inanıyoruz. O günler sona erdi, biz de onlarla birlikte..." "O halde sen bilirsin." Neredeyse ayrılmışlarken Krasus birden seslendi: "Diğerlerinin yanına dönmeden önce son bir isteğim var." "Nedir?" Büyücünün bütün vücudu karardı ve ağzından bir tıslama çıktı. "Bir daha asla bana bu isimle hitap etme. Asla. Bu isim telaffuz edilmemeli, burada bile." "Kimsenin duyması..." "Burada bile." Krasus'un sesindeki bir şey karşısındakinin başını sallamasına neden oldu. Sonra da ikinci suret aceleyle uzaklaşıp boşluğun içinde kayboldu. Az önce diğerinin durduğu yere bakan büyücü bu hiçbir işe yaramayan konuşmanın sonuçlarım düşünüyordu. Keşke mantıklı olanı görebilselerdi! Birlikte bir umutları vardı. Ama ayrı ayrı, yapabilecekleri çok az şey vardı... Bu da düşmanlarının işine gelirdi. "Aptallar..." diye mırıldandı Krasus. "Cehennemlik aptallar..."
コメント